Image
2019 Mart

YILDIZKAF

Türkiye’deki farklı üniversitelerin Kafkas topluluklarının temsilcileri geçtiğimiz ay Jıneps gazetesini ziyaret etti. Yapılan sohbette üniversiteli Çerkes gençliğinin sorunları, Çerkes kurumlarından beklentileri, kurumlar ve gençler arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirileceği gibi konular masaya yatırıldı.

Türkiye’deki farklı üniversitelerin Kafkas topluluklarının temsilcileri geçtiğimiz ay Jıneps gazetesini ziyaret etti. Yapılan sohbette üniversiteli Çerkes gençliğinin sorunları, Çerkes kurumlarından beklentileri, kurumlar ve gençler arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirileceği gibi konular masaya yatırıldı. Kaf gençleri bu sayıdan itibaren Jıneps üzerinden seslerini duyuracaklar.

Bu sayımızda YILDIZKAF kendini anlatıyor.
 

Hakkımızda

Yıldız Teknik Üniversitesi Kuzey Kafkasyalı Öğrenciler Topluluğu (YILDIZKAF), diasporada yok olma tehlikesi altında olan Kuzey Kafkasya kültürünü koruma adına bir irade oluşturmak için Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler tarafından 2003 yılında kurulmuş olup günümüze kadar gelen kültürel bir topluluk...Dil, müzik, dans gibi öğeleri araç olarak kullanıp her hafta yapılan buluşmalarla ve belirli periyotlarla düzenlenen etkinlikler, kurslar ve panellerle İstanbul genelindeki diğer üniversitelerde okuyan Kuzey Kafkasyalı öğrencilerin de katılımlarını sağlayacak ve bu anlamda üniversite öğrencileri arasındaki ilişkileri geliştirecek sosyal bir ortam oluşturmayı amaçlayıp Kuzey Kafkasyalı halkların birlik ve beraberliğine hizmet etmekte.
 

Faaliyetlerimiz

Gerek KAF içi haftalık buluşmalar, kahvaltılar gibi keyifli aktiviteler gerekse diğer ÜNİKAF’lar ve Kafkas STK’larıyla görüşmeler yaparak zaman zaman ortak etkinliklerle bir araya geliyoruz. Bunların yanında Bram Alaudin eşliğinde okulumuzda BALKAR bünyesinde açılan Adığabze dil kursu ve 15 Aralık 2019’da düzenlediğimiz “Türkiye’de Çerkeslerde Dil ve Kimlik” konulu panelde olduğu gibi akademik faaliyetlere de yöneliyoruz.
 

Türkiye’de Çerkeslerde Dil ve Kimlik

İrili ufaklı 300 yıl süren savaş olsa da Çerkes-Rus Savaşları’nın başlangıcı 1763 olarak kabul edilir ve bu savaş 1864 yılına kadar 101 yıl sürmüştür. Özellikle Rusya’nın Kırım Savaşı’nda yenilmesi ve Paris Antlaşması’nı imzalamasıyla birlikte Balkanlar’da Batılı güçleri tehdit edebilecek bir konumda olmadığı için Kafkasya üzerindeki baskısını artırmaya başladı. Kuzey Kafkasya’nın doğu bölgesi Şeyh Şamil’in 1859’da tutsak edilmesi ve Rusya’ya sürgüne gönderilmesinden sonra işgal edildi. Bu gidişat üzerine Çerkesler yeni bir oluşuma geçerek bağımsızlık savaşını bu şekilde sürdürmeye karar verdiler. Buna yönelik olarak da 13 Haziran 1861’de Abzeh, Wubıh ve Şapsığ liderler Soçi Vadisi’nde bir araya geldiler. Toplantı sonucunda Büyük Özgürlük Meclisi kuruldu ve bu meclis çatısı altında bir Çerkes devletinin kurulması kararı alındı. Kongrede alınan kararlar doğrultusunda yeni kurulan devlet Rusya, İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere tüm dünyaya ilan edildi. Yeni kurulan devlete destek amacıyla İstanbul, Londra ve Paris’e delegeler gönderildi. Soçi’de iki katlı bir meclis binası inşa edildi. Avrupa’ya giden Çerkes delegeler zaman zaman savaşlarda Rusya’ya karşı destek verdikleri ülkelerin kralları ve hükümetleri tarafından kendi ülkelerinde olduğu gibi kabul edilmeyi umdularsa da bu gerçekleşmedi. 
 
1861 yılının sonbaharında Çar II. Alexander durumu kendi gözleriyle görmek ve ordularını denetlemek maksadıyla Batı Kafkasya’ya geldi. Büyük Özgürlük Meclisi ile görüşen II. Alexander “Kafkasya’nın Rus topraklarına katılmasını ve Çerkeslerin Rus vatandaşı olmasını, Rus silahlı kuvvetlerinin sayıca büyük olduğunu ve onlarla baş edemeyeceklerini” söyledi. “Eğer bunları anlamaz, kabul etmezlerse neye mal olursa olsun savaşı en kısa sürede zaferle sonuçlandıracaklarını ve bunun Çerkesler için büyük bir soykırım, trajedi olacağını” söyledi. Çarın bu sözleri üzerine Çerkes temsilcileri yıllarca uğruna savaştıkları topraklarından, dillerinden, dinlerinden vazgeçmeyeceklerini, kendi ülkelerinde azınlık durumuna düşmeyeceklerini belirttiler.
 
Bu gelişmeler üzerine Çerkes-Rus savaşlarının şiddeti arttı. 1862 yılında Soçi kıyılarına denizden çıkarma harekâtı gerçekleştirildi. Ruslar, Büyük Özgürlük Meclisi binasını yaktılar. Ruslarla daha fazla savaşamayan Çerkesler zorla kendi topraklarından ayrılarak başka ülkelere gitmek zorunda kaldılar. 21 Mayıs 1864’te Çarlık Ordusu savaşların bittiğini ilan ederek, resmi bir geçit düzenledi.
 
Çerkeslerin yenilmesi trajedisini başka bir trajedi olan yığınsal şekilde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına zorla gönderilmeleri izledi. Bu süreçte 500 bin kişi açlık, salgın hastalıklar ve soğuktan hayatını kaybetti. Osmanlı o zamanlarda en kötü dönemini yaşıyordu. Nüfusu azalmıştı ve savaşacak insanlara ihtiyacı vardı. Çerkeslerin Müslüman olmasının yanı sıra savaşçı ve cesur bir halk olduğunu bildiğinden onların sürgünle Osmanlı topraklarına yerleşmesini kabul etmiştir. Osmanlı’ya gelen Çerkesler Hıristiyan nüfusunun fazla olduğu, kurak ve bataklık bölgelere tarımı attırmak için yerleştirildiler. Aynı zamanda birlik olunamaması için çok dağınık bir şekilde dağıtılmışlardır.
 
Bu olayları özetlemek gerekirse; Kafkasya bölgesi jeopolitik durumu bakımından her zaman Osmanlı’nın, Rusya’nın ve diğer ülkelerin sahip olmak istedikleri topraklar olmuştur. Osmanlı-Ruslar arasında yapılan savaşlar ve bunların sonucunda imzalanan anlaşmalarda -örneğin; Edirne, Paris- Çerkesler yok sayılmış, kendi toprakları üzerinde farklı devletlerin kararlar almasıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bunlara rağmen dışarıdan yardımlar almadan vatanları ve kimlikleri için 300 yıl savaşmış, Rusya’nın uygulamaya çalıştığı Ruslaştırma politikalarına boyun eğmemek adına topraklarından, vatanlarından zorla başka ülkelere sürgün ettirilmişlerdir. Buna Rusya İmparatorluğu tarafından yapılan devasa bir etnik temizlik demek daha doğru bir tanımlama olacaktır. Çerkes halkının temellerini sarsacak, iç-etnik bağlantılarını ve üretici güçlerini, toprak bütünlüklerini yok edecek bir etnik temizlik yapılmıştır. Osmanlı topraklarında hayatta kalmaya çalışan, farklı etnik gruptan insanlarla yaşamaya ve onlara adapte olmaya çalışan Çerkesler, Osmanlı’daki yaşamlarını da kaybetmemek için Balkanlar’da ve diğer cephelerde gönüllü birliklere katılarak savaşmışlardır. 
 
Ülkesine geri dönme umudunu hiçbir zaman yitirmeyen Çerkesler 1864 ve sonrasında çok kez toplu olarak vatanlarına dönmeyi isteseler de bunlar Osmanlı ve Rusya tarafından engellenmeye çalışılmıştır. Şubat 1917’de Çarlık Rusyası’nın yıkılması sırasında uzun yıllar boyu Rus istilası altında sömürge olarak bulunan Kuzey Kafkasya halklarına mensup halklar 11 Mayıs 1918’de Kuzey Kafkasya’da Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti adında bir ülke kurmuşlardır. Bu cumhuriyeti Osmanlı, Almanya, Azerbaycan, Gürcistan tanımıştır. Burada üç sene mücadele edilmiş ama Rusların yeniden güçlenmesiyle bu hareket de engellenmiştir. 300 yıl süren savaşlar, 1861 Büyük Özgürlük Meclisi ve 1918’de kurulan Kuzey Kafkas Cumhuriyeti, gerekli siyasi ve askeri destekler oluştuktan sonra Çerkeslerin kimliklerini var etmek adına her türlü mücadeleyi verdiklerini görebiliriz. 
Bir toplumu birbirine bağlayan dil, toprak ve tarih bilincidir. Topraklarımız büyük savaşlar sonucunda elimizden alınmıştır. Çerkesya’da savaş, bir suç işlenerek yüzyıllar boyunca tüm Kuzey Kafkasya’da ekonomik, politik ve kültürel etkilerde bulunmuş bir zamanların en güçlü etnik kitlesinin çok geniş bir alandan silinmesiyle bitmiştir. Çerkeslere karşı işlenen bu suçun hafızalardan silinmesi için tarih sayfalarından da çıkarılması gerekmiştir. Toprağımızı kaybetmiş, tarihimizin üstü kapatılmaya çalışılırken farklı dillerin konuşulduğu ülkelerde yaşayan ve bunlardan bazılarında anadilini konuşması yasaklanan bir halkın kültürüne ve diline sahip çıkması son derece zordur. Tüm bunlara rağmen okulumuzda Çerkesçe kursu açarak, tarihimiz ve kimliğimizle alakalı bugün yaptığımız gibi etkinlikler düzenleyerek kendi benliğimize ve dilimize sahip çıkmaya çalışıyoruz ve çalışmaya da devam edeceğiz. 
 
Anadil ve kimliğin korunamamasında ‘Cumhuriyet Dönemi’ndeki dış etkenlerden bahsetmek gerekirse... Bu hususta öncelikle belirtilmesi gereken, iç ve dış etkenlerin her ikisinin de var olduğu ve toplumumuzun geleceğini her ikisinin de şekillendirdiğidir.
 
•Ancak İbn-i Haldun’un çok değerli ve anlamlı bir sözü var: “Coğrafya kaderimizdir.” Yani dış etkenlerin bu konudaki belirleyiciliğinden kaçmak imkânsızdır. Önemli olan, bununla nasıl yüzleşeceğimizdir. Türkiye Cumhuriyeti etkenini reddiyetle ortaya herhangi bir şey koyamayız. Yaşanan süreçleri nefret üzerinden romantikleştirmeden gözlemlemekte fayda var. Konuyu iç etkenler üzerinden açıklamaya çalışmakta ısrarcı olmak yenilmişlik ve kapalılık sendromudur; bu bir çile mantığıdır. İç etkenlere saplanmak sakıncalı bir ruh halidir: Bizden adam olmadı mantalitesi, 3 bin yıldan fazla geçmişi olan bu halkın kendi içindeki didişmelerle yok olabileceği inancı komik düşmektedir. Bu düşünce yapısı istemektedir ki bütün Çerkesler homojen bir şekilde etnikleşsin; yani dilini, xabze’sini, tarihini, kültürünü biliyor olsun. Ancak etnik, cansız bir müze figürüdür; halk ise hayatın kendisidir.
 
•Cumhuriyetin kuruluş aşamasından itibaren yaşananlara bakacak olursak, ilk verilebilecek örneklerden biri, Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti’nin Cumhuriyet döneminde kapatılması olabilir. 1908’de, 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da kurulan bu cemiyet diasporada ilk kez Adige ve Abhaz dillerinin alfabelerini düzenleyerek yayımladı. ‘Guaze’ (Rehber) adıyla 1911-1914 yılları arasında dünyada ilk kez Adigece gazete yayımlandı. Dilin yaşatılması konusunda böylesine kritik görevleri üstlenen cemiyetin Cumhuriyet döneminde kapatılması, devlet eliyle asimilasyon sürecinin başlatıldığının habercisiydi. Daha sonraki dönemlerde ise Çerkeslerin kendi kültürlerine sahip çıkmak amaçlı safi niyetlerine müsaade edilmedi, ta ki 1951 yılında İstanbul’da ilk Çerkes kültür derneği kurulana kadar. 
 
•Cumhuriyet dönemi deyince kuruluş aşamasında akla ilk gelen isimlerden biri şüphesiz ‘Çerkes Ethem’. Büyük çoğunluğun kaçacak delik aradığı, düşman işgaline karşı koymak yerine birbirinin malını yağmaladığı bir süreçte Çerkes Ethem ve Çerkes silah arkadaşları düşmanın karşısına çıkmış ve ilerleyişine dur demiştir. Türkiye’nin istikbali için bu hamle hayatidir ancak Çerkes Ethem minnet yerine tasfiye talimatıyla karşılaşmış ve talimata uymayarak ülkeden ayrılmıştır. Farklılıklarıyla güzel olan Türkiye’yi tek ırka indirgeme çabasının açık bir göstergesi olarak, mücadele döneminin hiçbir safhasında milletinin ismiyle anılmayan Ethem Bey, ülkeden ayrılınca hain Çerkes Ethem unvanıyla anılmaya başlamış ve dolaylı yoldan Çerkes halkı Türkiye genelinde antipatikleştirilmek istenmiştir. Bugün için yaşanan hadiselerle ilgili sonuç çok net: Bülent Arınç hükümette görevli olduğu zaman diliminde bizzat kendisi “Çerkes Ethem hain değildir” demiş, aynı şekilde TBMM Araştırma Komisyonu da konuyla ilgili raporunda Çerkes Ethem’in hain olmadığı sonucuna varıldığını açıklamıştır. Sonuç olarak bu konu tartışmaya kapanmıştır.
 
•Çerkes Ethem konusuna değinmemizin bir diğer nedeni de Gönen-Manyas Sürgünü’nü açıklamaktır. Çerkes Ethem’in ülkeden ayrılmasından sonra silah arkadaşları memleketlerine dönmüş fakat artık mimlenmiş oldukları için rahat bırakılmamışlardır. 18 Aralık 1922 tarihinde başlayan süreçte Gönen ve Manyas’taki 15 Çerkes köyü çeşitli illere zorla sürgün ettirilmiştir. Dönemin Çerkes Başbakanı Rauf Orbay bile bu yaşananlara engel olamamıştır çünkü kararname daha üst merci tarafından uygulamaya konulmuştur.
 
•Asimilasyon çabalarına bir diğer örnek, 1930 yılında, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya imzalı şu yazıdır: 
“Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet âdet ve ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplulukları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı âdetleri de fena ve zararlı görmek, bilhassa kötü göstermek ve hiçbir surette rağbet edilerek yüceltilmeyerek basit ve ilkel nitelikleri her vesile ile teşhir olunarak kötülenip ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle mesela Çerkes, Abaza, Boşnak, Laz, Kürt, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı vermemek, köylerinin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve mesela Çerkes köyü vesaire gibi ayrılıklara müsaade etmemek ve ettirmemek ve kendilerini ve yerlileri buna alıştırmak, evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, âdetlerini ve dileklerini Türk Yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak, her Türke teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”
 
Bu talihsiz yazıda resmen Türk kökenli vatandaşlara diğer kardeş halklarının kültürleriyle ve dilleriyle mücadele etme vazifesinin yüklenmesi, dış etkenlerin ne boyutlarda zorlayıcı olduğunu gözler önüne çarpıcı şekilde sermektedir. Andımızın da yıllarca her kesime kendine Türk dedirterek okutulması da aynı mantıktır.
 
•Bir diğer örnek ise 1932 tarihli, Mustafa Kemal imzalı şu kararnamedir: 
“Suriye’de Latin harfleriyle tertip ve tabedilmiş olan Çerkes alfabesinin, memleketimize sokulmaması; Dahiliye Vekâleti’nin 8 Haziran 1932 tarih ve 2636/4973 numaralı tezkeresiyle vuku bulan teklifi üzerine İcra Vekilleri ileyetinin 9 Haziran 1932 tarihli içtimasında tasvip ve kabul olunmuştur.”
 
Buradan Arap ve Kiril alfabelerinin yasaklanıp, Latin alfabesine geçiş sürecinin niyeti rahatlıkla anlaşılmaktadır. Çerkeslerin kullandıkları alfabenin ülkede yasaklanması sebebiyle bir şekilde uyum sağlayıp, dillerini yaşatmanın çabasında olmalarına rağmen gördükleri muamele karşısında düştükleri çaresizliği bir düşünün.
 
•Üzücü örneklerden birisi de Cumhuriyet gazetesinin 21 Mayıs 1936’da (Çerkes Sürgün ve Soykırımı’nın 72. yıldönümünde) yayımladığı gazete haberi: 
“Gönen’de Herkes Türkçe Konuşacak!” 
Gönen’de Türkçeden başka dil ile konuşulması Gönen Belediyesi’nin kararıyla yasak edilmiştir. Çerkesçe, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça gibi yabancı dillerle konuşanların cezalandırılacakları tellalla halka ilan edilmiştir. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde yabancı dil ile konuşanlar Gönen Belediyesi’nin tam yerinde verdiği bu karar üzerine bundan böyle Türkçe konuşacaklardır. Gönen halkı bu karardan çok memnun olmuştur. Bu şartlar altında kim dış etkenleri göz ardı edebilir? 
 
•Aynı zihniyetin artıklarını bugün bile görmek mümkün. 4 Aralık 2018 günü programında “Çerkesler gitsin hakkını Çerkesistan’da arasın” diyen Fatih Altaylı isimli şahsiyete şunları hatırlatmak isteriz: 1) Çerkeslerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kesinlikle bir toprak talebi yoktur. Çerkeslerin anavatanı Kuzey Kafkasya’dır ve zaten orada bir özerk cumhuriyete sahiplerdir. 2) Çerkesler, vatani bir görev olarak vergilerini veriyorlar; buna TRT için verilen vergi de dahil. 2009 yılında Kürt vatandaşlar için açılan TRT-Kurdi, 2010 yılında Arap vatandaşlar için açılan TRT-Al Arabiya gibi güzel ve çoktan beri olması gereken örnekler göz önündeyken bu ülkenin güzide kültürlerinden biri olan Çerkesler için TRT-Çerkes istemek tabii ki bir haktır. Veya on yıllar boyu unutturulmak istenilen Çerkesçeye artık hak ettiği hürmeti gösterip, ilkokullarda anadilde eğitim fırsatı ve üniversitelerde dil ve edebiyat bölümü açma imkânı talep etmek doğal bir haktır.
 
•Örnek olarak vereceğimiz son belge ise ilköğretim müfettişi Abdurrahman Süreyya İşgör’ün 1938-1939 ve 1939-1940 yıllarında Samsun vilayetinde yaptığı teftişlere ilişkin raporlardır: 
Çarşamba Kızılot Köyü umumi ahvali (16 Aralık 1938) 
“Erkeklerin hemen hepsi okula kaydedilmişse de kızların çoğu kaydedilmemiştir. Halkın anadili Çerkesçedir. Öğretmen bu hususla mücadele ederek çocukların okulda ve evlerde bu lisanla konuşmalarına imkân nispetinde mani olmaktadır.” 
Bir yıl sonra aynı köy (4 Aralık 1939): 
“Halkın anadili Çerkesçedir. Öğretmen bu hususta üzerine düşen vazifeyi yapmaktadır. Çocuklar okulda katiyen Çerkesçe konuşmamaktadırlar. Hatta bazıları evlerinde bile Çerkesçe sorulan bir soruya Türkçe cevap vermeye başlamışlardır!” 
Okurken bile boğazımızın düğümlendiği teftiş raporu bir zafer fermanı gibi sunulmakta. Benzer şekilde köylere yollanan imamların da ezanların dahi Türkçe okunduğu dönemde köy halkına “Çerkesçe dua ederseniz duanız kabul olmaz, Türkçe edin” şeklinde telkinlerde bulunduğunu, Çerkes kültürünün bir parçası olan ‘zexes’ ortamının da (kızlar ve erkeklerin grup halinde karşılıklı sohbet hali) ‘çok günah olduğu ve ailelerin çocuklarının bunlara katılmasına izin vermemesi gerektiği’ gibi söylemlerde bulunduklarını yaşlılarımızdan öğrenebiliyoruz. Garip Çerkesler hangi birisine dayansın! 
 
•Cumhuriyet dönemindeki durumu konuşmamda anlattım. Darbeler döneminde “Bu Moskof dili, siz solcu musunuz” diyerek şiddet görülen günleri de yaşadık. 5 Kasım 1977’de, Çerkes derneklerinin federasyonlaşma sürecinin önemli toplantılarından birinin çıkışında öldürülen Tsey Mahmut Özden’in ve 17 Ağustos 1999’da, 90’lı yıllarda yayın yapan ‘Marje’ isimli Türkçe-Çerkesçe derginin imtiyaz sahibi, aynı zamanda Dünya Çerkes Birliği’nin kurucularından olan Guser Sönmez Baykan’ın; yani kültürümüzün önde gelen isimlerinin faili meçhul cinayetleri, toplumumuz üzerindeki sindirme politikasını çarpıcı şekilde gözler önüne sermektedir.
 
•2000 sonrası dönemde ise Çerkesler olarak düşüncelerimizi ve isteklerimizi daha rahat ifade edebildiğimiz zamanlara geldiğimiz görülüyor. Bugün, üniversite ortamındaki bir programda halkımızın karşılaştığı zorlukları dile getirebiliyoruz veya dil öğrenme isteğimizin paralelinde Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi’nin katkılarıyla okulumuzda (Yıldız Teknik Üniversitesi) dil kursu açabiliyoruz.
 
•Söylemlerimizden doğabilecek yanlış anlaşılmanın da önüne geçmek isteriz. Bu vatan bizim. Bu vatanda taş üstünde taş kalmasa, o tek taş bizim. Bu ülke için verilecek baş varsa, o son baş bizim. Çerkesler Kuzey Kafkasya’da öldü, Karadeniz’de öldü. Yetmedi, Kurtuluş Savaşı’nda öldü, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta öldü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabilmesi için gereken ne ise fazlasıyla yapıldı. Osmanlı döneminin “millet-i sadıka”sı olarak Ermeniler gösteriliyorsa, “Türkiye Cumhuriyeti için millet-i sadıka Çerkeslerdir” denilebilir. O yüzden Çerkes halkı reva görülenden çok daha iyisini hak ediyordu.
• Bizim tek derdimiz kültürümüzü ve dilimizi bir sonraki kuşağa aktarabilmektir; umarım kendimizi doğru ifade edebilmişizdir. Bir de dil ve kültürün korunamamasında dış etkenlerin daha etkili olduğunu dünyadan örneklerle açıklayacak olursak; azınlık kavramıyla başlamak gerekir. Azınlık, sosyolojik olarak bir devlette sayısal bakımdan az olan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı niteliklere sahip gruplar olarak tanımlanıyor. Ne var ki hukuki olarak azınlıklar hakkında üzerinde anlaşılmış ortak bir resmi tanım yok, yoruma açık bir kavram. Bir azınlığa bağlılığı gösteren öğeler, azınlığa mensup bireylerin etnik, kültürel veya dini bir topluluğun parçası olma isteği ve farkındalığıdır. Bu açıdan bakıldığında kültürü ve dili devam ettirip ettirmemek sadece azınlığın bireylerini ilgilendiriyor gibi görünse de pratikte dünya genelinde ortaya çıkan manzara, teknikte olduğundan oldukça farklıdır. Bir topluluğun azınlık olup olmadığına, içinde bulunduğu devlet karar vermektedir. Bunun en belirgin örneği, Türkiye’de Ermeni, Rum, Yahudilerin azınlık olarak kabul edilmesine rağmen 10 milyondan fazla mensuba sahip olan Kürtlerin, azınlık olarak kabul edilmemesidir.
Avrupa azınlıklarından bahsedecek olursak, Finlandiya’daki Aland Dağları ve İtalya’daki Güney Tirol örnek olarak verilebilir. Her iki bölgede de buradaki azınlıklara geniş ölçüde koruma sağlayan çok güçlü ve geniş kapsamlı otonomik yapılar mevcuttur. Güney Tirol’deki azınlıklar için bu otonomik yapı, kendi dillerinde okullar, kamu kurumlarında mahkemede veya polisle kendi anadillerinde konuşma imkânı ve ayrıca iki vaya üç dilde yer ve cadde isimleri gibi ayrıcalıklar sağlamaktadır. Hemen Türkiye’nin izlediği politikaya dönersek: “Cumhuriyette Ermeni ve Rum mallarının Türkçeleştirilmesi” kitabından bir örnek var:
“Sokağı Türkçeleştir”
“Bazı sokak adları inkilabımızla mütenasip olmadığı ve bazılarının da lüzumsuz ecnebi isimlerle adlandırılmış olmaları şikâyetlerini dikkate alan dâhiliye vekâleti ve belediye önce gerekli tetkiki yapmış olup bazı sokak isimlerini de değiştirmiştir.” Bununla ilgili bir yetkili aktarıyor: “Yapılanlar hakkında Beyoğlu’nda Lorande Sokağı’nın ismi hakkında şikâyetler belediyece kabul edildi. Piyer Loti ve Klod Farer gibi caddelerin isimleri de pek tabii olarak ipka edilmiştir” gibi bir açıklama var. Hatta ve hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘’Türkçe Konuş’’ ile sınırlı kalmadı. “Adını Türkçe Yap” kampanyası başlatıldı. Bu kampanyayla ilgili haberin başlığı şudur: “Musevi ve Hıristiyanlar Türk ismi alacaklar. Habere göre İstanbul polisleri isimlerini tamamı ile Türkçe’ye tebdil edecekler ve ayrıca Museviler arasında da Türkçe isim lehinde bir cereyan vardır” diye eklenmiş.
 
Bir tarafta kendi dilini konuşmaya, kendi kültürünü sürdürmeye teşvik edilen Güney Tiroller varken diğer tarafta Türkçe konuşmaya teşvik edilen ve yer yer kendi dilini ve kültürünü yaşamasına karşı önlemler alınan Türkiye azınlıkları var. İki politikanın da sonuçlarına bakacak olursak araştırma yaparken dünya azınlıkları hakkında bu kadar derin araştırmalar yapan kaynakçaya baktığımızda araştırmayı Eurac’ın yaptığını görürüz. Eurac de biraz önce bahsettiğimiz politikayı izleyen İtalya’daki azınlık Güney Tiroller tarafından kurulmuş bir enstitüdür. Yalnızca kendi kültür ve dillerini sürdürmekle kalmayıp dünyadaki diğer azınlıkların da haklarını korumak adına böyle bir enstitü kuracak seviyeye gelebilmişler. Öte yandan Türkiye’ye 15 dil tehlikede. Bunları da gruplandırmışlar. İlginç olan kısmı şu ki Çerkesçenin yanı sıra birçok farklı dil var. Mesela: Ciddi anlamda tehlikede olanlar: Gagavuzca, Yahudilerin konuştuğu Ladino ve Süryanice.
Kesinlikle tehlikede olanlar: Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Çingene dilleri, Suret, Ermenice.
Güvensiz durumda olanlar: Abhazca, Adige dilleri ve Zazaca ve bunun yanı sıra Kapadokya Yunancası, Mlahso ve Ubıhça da kaybolan diller içinde yerini almıştır. Ve son olarak Çerkesler özelinde konuşacak olursak Kfar Kama’dan söz etmek isteriz. Kfar Kama, İsrail’de, 3200 nüfusa sahip, tamamı Çerkes Şapsığ boyundan olan, bizim tabirimizle ilçe statüsünde bir yerleşim yeridir. Burda başkanın özel teşvikiyle bir Adige müzesi kurulmuş, hatta Türkiye’de Tokat Erbaa’dan çeşitli eşyalar gitmiştir. Fakat Türkiye’de buna benzer herhangi bir kurum bulunmamaktadır. Köydeki okul Çerkesçe, İbranice, Arapça, İngilizce öğretilen, karma sistemi olan sınıflara sahiptir. Kültür ve dillerini koruyabilmişlerdir.
 
Öyle ki Kfar Kama’da yaşanan Çerkeslik TRT Haber’e bile konu olmuştur:
“İsrail’deki Çerkes köyü âdetlerini sürdürmeye devam ediyor. İsrail’in Suriye sınırı yakınında bulunan bir Çerkes köyü olan Kfar Kama, 140 yıl önce Çarlık Rusya’nın Osmanlı topraklarına sürgün ettiği Çerkes tarafından kuruldu. Köydeki Çerkesler geleneklerini hâlâ devam ettiriyor. Kfar Kama köyünün Türkiye’den giden 12 de Çerkes damadı var.” Bu da açıkça gösteriyor ki aynı millet yalnızca farklı topraklarda yaşadığında ikisi arasında böyle büyük bir uçurum oluşabiliyorsa bu baskın şekilde dış etkenlerin etkisiyle olmaktadır. 
 
“ЗИТХЫДЭ ЗЫМЫШlЭЖЬРЭР ЛЪЭПКЪ ХЪУРЭП.”
“Tarihini bilmeyen, halk olamaz.”