01 Mart 2020, Pazar

Zamana tanık olmak

       Bu yazıları okuma zahmetine giren okurlara bir itirafta bulunacağım. Ama önce itirafın ön itirafı: aylardır çok benzer şeyler ya da aynı meselenin etrafında dönüp duran yazılar yazıyorum. Bütün bu yazıların hemen hepsi totalitarizm üzerine… Hatta yıllardır totalitarizm üzerine yazdığım söylenebilir. En azından doktora tezimin konusu da “Demokrasi ve totalitarizm arasında Türkiye toplumu” olduğu düşünülürse, 1980’lerden beri aynı meseleyle dertleniyorum denebilir. Muhtemelen daha öncesinde bizzat içinde bulunduğum siyasal hareketler dünyasındaki totaliter zihin kalıplarıyla uğraşmak, entelektüel hayatımın eksenine oturmuş olmalı. Kendimle hesaplaşırken, toplumu anlamaya çalışmak, devlet katında üretilen ama toplumda çok derinlere işlemiş korkularla güçlenen totalitarizmi yazmak, anlatmak, çözmek, içinden çıkmak benim için çok büyük bir anlam olmuş olmalı.

İ       tirafın kendisi de şu: içinde yaşadığımız yıllarda, en azından Gezi’den beri devlet ve AKP katında şekillenen kurşun gibi ağır havanın içinde “mahvolduk, bu adamlar Türkiye’yi cehenneme sürüklüyorlar!” gibi yakınmalar yapmak yerine, bu totalitarizm yazıları bana “mesafe” alma imkânı sunuyor. Yani içinde yaşadığımız dünyaya ve memleketin karabasanında kaybolmak yerine, hem geçmişte, faşist, Nazi, Sovyetik örneklerinde yaşanan totaliter tecrübelerin meğerse nasıl olduğunu anlamak gibi, hem de bizzat şimdiki zamanda dünyanın çok sayıda ve farklı köşelerinde yaşanmakta olan diğer totaliter örneklerle karşılaştırmalar yaparak bir ufuk açılması yaşadığımızı düşünüyorum.

       Kriz zamanlarının görünür kıldığı

       Mesela Hitler zamanında, 1930’ların sonunda Berlin şehrinde yaşayan sıradan bir adam nasıl bir ruh haline sahipti? Hitler’e inanıyor muydu, ondan korkuyor muydu, ya da bir şeyler söylemek istiyor ama cesaret edemiyor muydu? Cesaret edenler nasıl cesaret ediyorlardı? Hitler sağa sola savaş açarken, savaşa karşı çıkabilenler “vatan haini” etiketlemeleri karşısında kendilerini savunmak için ne tür teknikler geliştiriyorlardı? Ya da faşist Mussolini yükselirken, 1. Dünya Savaşı vasıtasıyla bol bol kullanılan “cephede şehit düşmüş askerler” söylemleri, güçlü, kahraman, erkek İtalya imaj inşası hızla yaygınlaşırken, sıradan Romalı öğrenci, dükkân sahibi ya da ev kadını, nasıl oluyordu da, giderek bir din-inanç-kilise haline gelen faşist partinin kurduğu “çoğunlukların inandığı her şeye inanmak” zorunda kalıyordu? Stalin zamanında “sosyalizm için, yüce Sovyetler için, yüce Sovyet insanı” için cezalandırılmış “hain” kitleler (Tatarlar, Çeçenler, İnguşlar, Ahıska Türkleri vb.) o bölgeden bu bölgeye sürülürken, milyonlarca insan “yüce bir akla” nasıl da inanıp, milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sessizce tanık olabiliyorlardı? Ya da komşuları bir gece ansızın evlerinden apar topar alınıp Sibirya’da bir akıl hastanesine ya da toplama kampına gönderildiği zaman ruhunda ne tür fırtınalar kopuyordu, ya da kopuyor muydu? Bu insanların Berlin’de evlerinden koparılıp Auschwitz gibi toplama kamplarına götürülen Yahudiler karşısında susan Almanlarla ne tür ortak yönleri olabilirdi mesela? Ya da Stalin’e, Mussolini’ye, Hitler’e veya Mao’ya tapan insanların ve de onların tapma yollarının, kendilerini bu ulu önderler için feda edebilmelerinin ortak paydaları nasıl anlaşılabilirdi?

       Yani çok da özel bir şey yaşamıyoruz. Sosyal bilimler, siyaset bilimi gibi alanlar açısından oldukça zihin açıcı bir dönem yaşıyoruz. Bilindiği gibi kriz zamanları “düzen”in kendini en çok açık ettiği zamanlardır. O yüzden mesela, Suriye’den Libya’ya, cepheden cepheye koşan ordumuza mensup askerlerin “bir kaçının şehit olduğu” aktarıldığı zaman Türkiye’nin “dış siyaseti” denilen pratikler bütünü hakkında epey bir fikir edinebiliyoruz. Ya da bir Trump’la, bir Putin’le, sonra tekrar Trump’la, sonra tekrar Putin’le verilen dostluk resimleri, her seferinde de, “ulusal çıkarlar” olduğu söylenen çıkarlar için “bu sefer en uygun ve gerçek dostumuzu bulduk” heyecanları da muhtemelen korunmaya çalışılan düzenin kimin düzeni olduğu hakkında fikir veriyordur… muhtemelen… Her ne kadar sokaktaki adam ay sonunu getiremiyor ve artık intihar vakaları saklanamaz hale geliyor olsa da, ekonomin iyi gittiğini söyleyenlerin aynı zamanda savaş için çok şevkli olmaları herhalde ilginç geliyordur bazılarımıza… Ya da tepedekilerin hoşuna gitmeyen sesler yükselmeye başladığı zaman, tepedekilerin tepeleri atarak bağırmaya başlamaları de muhtemelen düzenin kendini açık etmesine dalâlet ediyor olabilir.

       Çok özel bir şey yaşamıyoruz. Mesela güvenlik için kendi sınırlarının ötesine geçen bütün ülkeler ne yapıyorsa Türkiye de onu yapıyor aslında. 2001’deki terör saldırısından sonra ABD’nin yaptığı gibi, Bush familyası, Pentagon, CİA, silah şirketleri koca koca uçakları ve savaş teknolojileriyle birlikte Ortadoğu’yu darmaduman ettiler. Ya da İsrail’in Filistin’e yaptığı gibi… Filistinlilere Filistinli olarak yaşam hakkı vermeyen, onların devlet olma arzularını ezen İsrail bombalarla, buldozerlerle girdiği Filistin topraklarında yayılırken, buna karşılık bomba, füze vs. atıp İsrailli sivilleri öldüren Filistinli militan ve onların örgütlerine ceza vermek “zorunda kalıyor”. Yani içerideki ve dışarıdaki tehlikelerle yapılacak savaş, içerideki düzeni tesis etmek için çok sık başvurulan bir yol yordamdır.

       Tabii ki, bu tür bir kafa yormalar ve karşılaştırmalar vaziyetin düzelmesini sağlamıyor ama en azından şöyle bir imkân sunuyor. Şimdiki zamanda bütün bu yaşananlar çok korkunç ama çok da sıradan… Ve bir sonu var… Milliyetçi hamasetler ve etraflarında onlara ilahi sıfatlar yapıştırmaya çalışan insanlar eşliğinde kendilerini gerçekten dünyanın merkezi zanneden ve kutsal yaratıklar gibi bir takım adamların aslında ne kadar sıradan ve kırılgan olduklarını -tarihten örneklerle- görmeyi sağlıyor.

       Bu yüzden kusura bakmazsanız ben bir müddet daha bu zihniyetin esir aldığı insanları “anlamak” için uğraşmaya devam edeceğim.

       Yeni dinsellikler

     Bu yazıda da totalitarizmin “dinselliği” üzerine kafa yormaya çalışayım. Ancak dinin totaliter amaçlarla kullanılmasından bahsetmiyorum. “Cennetin anahtarı bizim partide!” diyerek ucuz siyaset yapan; “cehennemde yanmayan terlik”, “sırat köprüsünden geçerken düşmemek için vantuzlu spor ayakkabı”, “şeyhimize, derneğimize, cemaatimize yaptığınız bağışlarla cennet garanti!” gibi satışlarla “din ticareti” yapanlardan da bahsetmiyorum. Çok daha derinden, farkında bile olmadan hayatın çağdaş, laik, seküler, muhafazakâr ve dinsel boyutlarının iç içe yaşandığı sıradanlıklardan bahsediyorum.

       Bu sıradanlığı anlamak için, siyasetle, iktidarla olan tutkusal, neredeyse patolojik bağ ve dinsellik ve sekülerlik arasındaki ilişki iyi bir kalkış noktası olabilir.

    Öncelikle modern toplum ve modern toplumla tezahür etmiş, aydınlanma, rasyonalite, ilerleme gibi ilkelere bakıldığında, modern toplumun metafizik – dinsel dünya ile mesafe kurduğu iddia ya da zan edilse bile, aslında vaziyet pek öyle değil. Modern dünya neredeyse din patlamalarının yaşandığı bir dünya… Geleneksel zamanlardakilere benzemeyen dinsellikler bunlar.

        Bu dinsellikler içinde bildiğimiz anlamda geleneksel dinlerden bahsediliyor olsa da, vaziyet orada da pek öyle değil. Bundan 125 yıl önce Gustave Le Bon’un yazıp çizdikleri bugün için de oldukça anlamlı görünüyor. Ona göre, modern zamanlarda siyasette ortaya çıkan yeni tanrısallıklar ve inançlar yeni seküler dinlerin doğması için de elverişli şartlar üretti. Bugün ise bu dünya, bu tür inançlar için çok daha verimli bir ortam sunuyor. Hayatın giderek hızlanması, maddileşmesi, ancak bu maddileşme ile mesafe koyamayan, onun anaforuna kapılıp giden insanlar için “din gibi” bir bağlılık gerekiyordu. İşte paradoksal olarak seküler yapıların güçlenip, geleneksel dinsel yapıların zayıfladığı ortamda bu yeni dinler mükemmel bir “afyon” haline geliyor. Ama “kalpsiz bir dünyada sıcaklık veren” bir afyon… İnsanın ahlâkını ve bütünlüğünü kaybettiği bir dünyada, bütünlükmüş hissini veren bir yamalı bohça… Her türlü ahlâksızlığın da kamufle olabileceği ve “ahlâkmış” gibi görünen çağdaş bir dinsellik ya da dinsellikler; ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye adapte olan dinsellikler…

       Le Bon’a göre, bu yeni dinsel duyguların çok basit özellikleri var: üstün olduğu varsayılan bir insana tapınma, ona atfedilen büyülü güç karşısında duyulan endişe, onun emirlerine sorgusuz sualsiz boyun eğme, onun dogmalarının tartışılamaz olması, o dogmatik fikirleri yayma arzusu, onları kabul etmeyenleri düşman kabul etme gibi... Böyle bir duygu normal şartlarda görünmez bir tanrıya, taştan ya da tahtadan bir puta, bir kahramana ya da siyasal bir fikre uygulanabilir. Yukarıda sayılan özellikleri sunuyorsa, bu duygular her zaman “dinsel bir öze” sahiptir. Yani Le Bon’a göre, sadece ilâhi bir güce tapınanları dindar sayamayız. Ama aklın bütün kaynaklarını, iradenin bütün boyun eğmelerini, fanatizmin bütün coşkusunu, amaç ve rehber haline gelen bir davanın ya da bir insanın hizmetine teslim edildiği zaman da dindar olunur.

       Bir dine müntesipler yaratmak için, zaman içinde gelişen tekniklerin olması normaldir. Ama bildiğimiz gibi, hiçbir dinin tebliğ ya da propaganda teknikleri birbirlerinden çok da fazla farklı değildir. Yani aslında yeni dinselliklerin ve onların etrafında oluşan totaliter iktidar pratiklerinin de birbirlerinden epey faydalandıklarını görmemiz mümkündür. Mesela ilk olarak Ahmet Altan’da denendikten sonra, Osman Kavala’yı da önce beraat ettirip, hemen akabinde de yeniden –bu sefer daha önce tahliye dildiği FETÖ soruşturması kapsamında- gözaltına alınması tekniği yeni icat edilmiş bir teknik değildir. Bunun bir zamanlar Apartheid (resmi ırk ayrımcılığı) rejimi altındaki Güney Afrika’da yapılmış bir uygulama olduğunu öğrendik mesela… Ama bu zaten, Michel Foucault’nun anlattığı anlamda bir klasik… Çok da orijinal bir ayrıntı değil… İktidar teknikleri belli şartlarda oluşur ama o teknikler sadece o gün, o bağlamda kullanılacak diye bir şey yoktur. Orada vücut bulan bir teknik dünyanın herhangi bir ülkesinde, faşist popülist, totaliter ya da liberal bir ülkesinde ya da farklı bir zamanda, çok farklı bağlamlarda gayet işlevsel bir şekilde kullanılabilir.

       Dolayısıyla tabii ki yargı görünümlü yapılar tarafından Osman Kavala’nın ya da Ahmet Altan’ın içeride tutulmasının, Le Bon’un bahsettiği anlamdaki dine tapanlar için hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bütün bu iktidar teknikleri oynanırken, onlar o sırada icat edilmiş yeni dinlerine, yeni putlarına tapmaktadırlar. Yeni bir kutsallık tecrübesi yaşamaktadırlar ve bu onlara heyecan vermektedir. Hatta kaybettikleri bir dinin yerine, dininkine benzeyen bir enerji eşliğinde ritüellerini yapmaktadırlar. Siyasallaşan ya da siyasal mücadeleler, fetihler, devrimler içine giren her dinde olduğu gibi, bu zamane dinleri de, bir yandan, başlarındaki “kutsal” insanın iki dudağı arasından çıkan kutsal kararlarla gerçekleşmektedir. Ama aynı zamanda bu “tek” insanın her şeyi “tek” olarak yapması mümkün değildir; o kendini “tek” hissetse de, daha da önemlisi onun kendini “tek” hissettirecek olanlara ihtiyaç vardır. Bu işlevi yerine getirecek olanlar, o insan sayesinde varlıklarını sürdüren bir alt (bazen de üst) kademe seçkinleri (yeni dinin havarileri, aparatçikleri, danışmanları, metinleri çoğaltan kâtipleri, kutsal kurumları, silah, para ve medya merkezleri ve benzeri tezahürleri) olabilir. Bunlar, zorbalıkla ya da siyasal ve kültürel kıvraklık ve medyatik manipülasyon vasıtasıyla çok mahir olmak zorundadırlar; çünkü beceremezlerse, iki dudak arasından çıkan kutsal nefesler bir zaman sonra kimseyi efsunlamayabilir. Ve bu efsunlamada en etkin araçlardan biri, her anlamda “savaş”tır; her şeyin ölüm ve kalım gibi çok net, uçurumlarla ayrışmış olan bir varoluş hikâyesi yaratmaktır. Bu hikâyenin kitlelerde “inanılmaz”, korkutucu ve büyüleyici bir duygu yaratması gerekir. Ancak, bu duygunun şiddeti de insanda “güçsüzlük” duygusu uyandırmalıdır. Son olarak, bu duygular, “ilâhi” bir referans olacak şekilde, yukarıda sözünü ettiğim, kurtuluş vadeden bir insan ya da ideoloji tarafından bir araya getirilip, sembolik bir anlam inşası tamamlanır.

       Biraz da gülümseyelim

       Yeni dinsellikler hakkında bir örnek vaka ile bu yazıyı bitirelim. ABD’nin mühim adamı Trump, bir başka mühim adam olan Hindistan’ın efendisi Modi’yi bugünlerde ziyarete gidiyor. Gazeteleri okurken, bu ziyaret sırasında, insanda yarı acıklı yarı alaylı bir yüz ifadesine yol açan bir takım şovlar sahneye konacağı anlaşılıyor. Yeni zamanların dinselliklerinden örnekler sunan bu “ilâhlar”, Gujarat eyaletine bağlı (Modi’nin valilik yaptığı 2000’li yılların başında binlerce Müslümanın katledildiği) Ahmedabad şehrinde buluşacaklarmış. Hani bizde de hep vardı; mesela 12 Eylül’den sonra Kenan Evren’in geçtiği bütün yerler acele temizlenip, boyanırdı. Ya da yabancılara ayıp olmasın diye Ankara’da Etimesgut havaalanından şehir merkezine gelirken bütün gecekonduları beyaza boyamışlardı… Ya da bir yerde spor salonu açılışı yapılacaktır; hemen çoluk çocuk tören alanında lider için bir gösteri sunarlar… İşte yabancı lider olarak Trump’ın Hindistan’a gelişi de böyle bir gösteri vesilesi olmuş. Modi’nin, “inananı”, sadık kulu binlerce insan iki liderin geçeceği yolların iki tarafına dizilip bayraklarını sallayacaklarmış. Bir kadın örgütünün lideri, kutsal Modi’ye hayran bir kadın da 1000 kişi getireceğine söz vermiş mesela. Düşünebiliyor musunuz, böyle bir görev alınca ne tatlı bir heyecan sarmıştır kadıncağızın bedenini! Tabii ki bu yollara dizilecek insanlara, para değil ama sallayacakları bayrak, geçişlerini sağlayacak bir tanıtım kartı ve tabii ki yemek verilecekmiş. Sonra Bay Trump, özenle seçilmiş (yani dert açmayacak) hayran kitlesi eşliğinde, dünyanın en büyük kriket stadının açılışını yapacakmış. Bu arada Ahmedabad gecekondularını misafir tanrıcık görmesin diye, bu mahalleleri görünmez kılacak ve şehrin diğer kesimlerinden ayıracak şekilde, araya duvarlar örülmeye başlanmış.

       Gerçi hata yapmayayım; “tanrıcık” falan dedim ama Modi’yi çok seven kadına göre Trump ve Modi “dünya barışını tesis etmek üzere yeryüzüne yollanmış iki insan”mış…

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.