01 Aralık 2017, Cuma

Türkiye’de yaşamaya dair

Sanki zincirlerinden boşanmış bir “yukarı dünya” var… Gündem koyan, manipüle eden, kavga arayan, çatışmadan beslenen bir dünya… Etkili ve yetkili siyaset ve devlet erbabı, onların medyadaki(ve tabii yargıdaki) uzantıları… Her şeye savaş gözüyle, gözlükleriyle bakıyorlar. Bunların hâkim dillerinde ihanet retoriği var. Zaten “ihanet” dedikleri anda, kontrol altındaki bütün kamuoyu inşa etme makinaları hep bir ağızdan devreye giriyorlar; kelimelerin sonuna ya da başına ekledikleri birkaç takı dışında aynı slogan manşetleri –ne yazık ki utanmadan- atıyorlar.

Bunların boşanmış zincirlerinin herhangi bir anda derlenip toparlanma, frenlenme ihtimallerinin olup olmadığı hakkında hiçbir fikrimyok. Muhtemelen, bu gidişle kendi küçük dünyalarının da zarar göreceğini düşündükleri bir anda “U dönüşü” yapıp, hiçbir şey olmamış gibi davranabilirler ve en kıymetlilerini bile satabilirler.

Yukarı dünyanın çeperlerinde yaşayanlar için bütün bu haller normal sayılabilir. En nihayetinde şimdiki dünyada, başta Trump tayfası olmak üzere, neoliberal-muhafazakâr, herhangi bir şeye karşı fobik (mesela islamofobik) olan, Orwell’in “1984”ünün türevi olan gerçekliğin manipülatörü bir sürü yaşayan organizma mevcut… Bunlardan geçmişte de her zaman bol bol mevcut oldu.

Ama işin vahim tarafı, bu sadece “yukarı dünya” ile sınırlı değil. “Ara dünyalarda” da, “alt dünyalarda” gerilimler epey mevcut.

Ancak hemen şunu söylemeliyim. Gündelik hayat, yani hepimizin bir arada, birbirimize dokunarak yaşadığımız, yemek yediğimiz, toplu taşımamalara bindiğimiz, ailemizle vakit geçirdiğimiz, uyuduğumuz, bakkaldan, marketten alışveriş yaptığımız zamanların hepsine gerilim tanrılarının hâkim olduğunu iddia etmiyorum. Allahtan bütün bu sıradan hayatlarda, insanlar birbirleriyledaha hâlâirtibatlanmaya gayret ediyorlar…

Ama çok zorlandıkları çok belli… Çok zorlandığımız çok aşikâr…

 

Vaaz veren “âlim-aydınlar”ın cemaatleri

Bu toplumu birileri aşırı derecede geriyorlar ve ara katmanlarda birileri, oturdukları âlim koltuklarından çokbilmiş vaazlar veriyorlar; toplumun bir kesimini (yani yarısını) hiçe sayarak “Kadın nikâh akdinde irade beyanında bulunamaz” diye buyurmuş mesela… Sonra başka bir vesileyle de, “Gayrimüslimler vergi verirlerse insan haklarından yaralanabilir” demiş…

“Buyurmak” ne kadar kolay değil mi? Nasıl olsa, “âlimi” dinleyecek, onun cemaatinden birileri var… Âlim efendi, haklarında karar verdiği insanların verdiği vaazlar konusunda ne düşündüğünü merak bile etmiyordur muhtemelen…

Ama bu tür salvolarsadece “âlim” tayfası için geçerli değil; “solcu aydın” statüsüne hasbelkader erişmiş olanlar arasında, hiç de aşağı kalmayanlar da var. Mesela bunlardan biri, kendisini lâyık gördüğü Olimposvari bir makamdan, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet” yürüyüşüne katılanlar hakkında çokbilmiş analizler buyurmuştu: “Yürüyenler ve destekçiler, Cumhuriyet mitinglerinden Gezi’ye ve oradan da referanduma uzanan çizgiyi oluşturan kitlelerdir ve açıkça Cumhuriyetçi, laik, aydınlanmacı hassasiyetlere sahiptirler.”

O yürüyüşe katılan ve kendisinin yaptığı tanıma hiç de uymayan bambaşka insanları işine gelmediği için görmeyen bu “aydın” ile bir önceki “âlim” arasındaki gerçekten fark görmek mümkün mü?

İkisinin vaazları, taşıdıkları duygu ya da “duygusuzluk”, birbirine ne kadar çok benziyor değil mi?

Kuşkusuz en azından geçen bir yüzyılın ağır travmalarını, korkularını ve güvensizliklerini taşıyan bir toplumda yaşamanın bedelini ödüyoruz. Yukarıda sözünü ettiğim zihniyetler de bu “âlim-aydın” tiplerinin ürettiği zihniyetler değil; onlar zaten var olan, “hazır giyim” bir formatı tüketiyorlar. “Çok ilginç” olduklarını düşündükleri zaman bile, aslında basmakalıp tekrarlardan öte gidemiyorlar.

Cemaatlere bölünmüş toplumda başta devlet, kendi başına bir cemaat. Mesela bu cemaatler toplumunda herhangibir eylemi kimin yaptığı önemlidir; eylemin ne olduğu değil… Eğer bir eylemi “bizimkiler” yaparsa sorun olmaz. Ama aynı eylemi bizim cemaatimizin düşmanı olan bir cemaat yaparsa, onların katli vaciptir.

Eğer bizim cemaatimizden birileri hırsızlık, gasp, soygun, usulsüzlük, tecavüz, rüşvet, cinayet gibi suçlar işlerse, bunlar “tekil” olaydır; “istisnaidir” ve elbet bir sebebi vardır… Ama aynı olayı başka cemaatten birileri yaparsa, her türlü cezaya müstahaktır. Hatta öyle ki, “kanuna kalmadan biz cezalandırırız onları!” Linç ederek, evini yakarak, mahalleden sürerek…

Bu gerilimli cemaatleşme dinamiklerini bireylerin karşılaştıkları düzeylerde de görebiliriz.

 

Trafikte “makas” ve hastane arasında yaşamak

Mesela farklı zamanlarda, farklı insanlar tarafından yaşanmış küçük hikâyeleri birbirlerine ekleyelim ve biraz daha büyük bir hikâye düşünelim…

Otoyolda gidiyorsunuz; trafik çok yoğun… Araçlar ara sıra hızlanıyor, sonra duruyor. Yani kimseyi sollama imkânınız yok; mecburen trafiği yaşayacaksınız. İşte trafiğin gene bir yavaşlama anında, siz de yavaşladığınız anda, “erkek” görünümlü biri, Alman teknoloji harikası aracıyla gerilerden bir mızrak gibi ve makas atarak gelir ve tabii durmakta olan arabalardan birine bütün şiddetiyle çarpar… Çarpılan araba daha birçok arabaya daha çarptıktan sonra korkuluklara çarparak durur.

Öndeki araba da Allahtan tenekeden değildir. Bagajı çöker ama içerideki hamile bir kadın, küçük bir çocuk ve yaşlı bir kadın yara almazalar; sağa sola çarpan kafaları ve boyunlarındaki şiddetli ağrıları saymazsak…

Çarpan erkek bu duruma çok üzülmez. Zaten altındaki araba gibi daha pek çoklarını alabilecek kapasitedir. Sadece kabahatli olduğunu bilir (çok şükür!) ve trafik-kasko vs. sigorta işleri için yapılması gerekenlerin derdindedir. Arabasındaki hanımefendiler de çarptıkları arabadaki insanların yaşadıkları şoku paylaşmak ihtiyacı duymazlar. Kaza tutanakları doldurulurken arabalarının içinde sıcak koltuklarında oturmayı tercih ederler.

Daha sonra polis gelir… “Ölü ya da yaralı var mı?” diye sorar. Hayır, yoktur; “öyleyse kazaya karışanlar kendi işlerini kendilerini görebilirler, hadi bize eyvallah!”…

Yani kazayı yapan insan görünümlü canlının kimseyi öldürmemiş olması yeterlidir… Aynı canlı başka bir yerde hız yaparken radara yakalansa ya da kırmızı ışıkta geçmiş olsa, cezayı ödeyecektir ama şimdi radarın ve kırmızı ışığın olmadığı bir yerde kaza yapmış olması “sorun değildir”; onun hakkında takibat yapmaya gerek yoktur; tutanakları doldurduktan sonra herkes dağılabilir!

Türkiye halleri kaza mahallinin dağılmasından sonra da devam eder. Kazada ağır sarsıntı geçiren hamile kadın kontrol için hastaneye gider. Türkiye’nin en meşhur doğum hastanelerinden biri olan hastanede doktorlar, ebeler ve de hemşireler doğum için gelen kadınlarla rutin profesyonel ilişkilerini sürdürmektedirler:

“Kadın, git şuradan ayak altında dolaşma! Bak doğuracak şimdi! Git dedim.”

“Ne geldin bu saatte? Daha topu topu beş santim açılmış! Allah’ım, işin yoksa şimdi bu kadını bekle!”

“Bağırma bağırma! Yaparken düşünseydin!”

Ve benzeri başka “profesyonel”, “katılaşmış”, “insansızlaşmış” bir performans eşliğinde, hayatlarının en güzel ve en önemli anlarını yaşamaya gelmiş kadınlara “fabrika” benzeri bir yerde köpek muamelesi çeken “hekimler”… Bizim hekimlerimiz, bizim hastabakıcılarımız…

Ve aynı anda başka bir hastanede yakınlarını kaybedenler, ameliyatı uzayanlar, parası olmayanlar ya da başka herhangi bir sorunla karşılaşanlar karşılarına ilk çıkan doktora ya da hastabakıcıya şiddet uygulamakta; internetten aldıkları ve eve kadar getirilip teslim edilme kolaylığı olan silahlarıyla “çekip vurmaktadırlar”…

Ve gene aynı anda, caddelerde ve sokaklarda, trafik ışıklarında arabalarının camlarından birbirleriyle göz göze gelen, arabalarıyla örtüşerek erkek olmuş ve bakışlarına en öfke dolu anlamı takıp, ötekileri ezmeye çalışan sürücüler, birkaç saniye daha kazanmaya ve “galip gelmeye”, öne geçmeye, önce geçmeye, daha yeşil yanmadan klakson çalarak güçlerini sergilemeye, kendilerine yol verenlere teşekkür etmeyerek erkek olmaya çalışmaktadırlar…

Hâkim ve güçlü olunmadan yaşanamayacağına dair bir bilgiyi taşıyan bir ruh hali, memleketin caddelerinin, kibir abidesi gökdelenlerinin,metrobüslerinin, minibüslerinin arasında dolaşıyor… En sert, en acımasız bakışlarıyla… En sert erkek bağırtılarıyla…

Nasıl dolaşmasın ki? Yirmi milyonluk betondan canavar bir şehrin insanlık hatırlatma kapasitesi kalmamıştır çünkü.

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.