14 Mart 2016, Pazartesi

Şekille yuva kurmak, savaş yapmak

Sanki hızlı çekim bir şiddet sarmalının içine doğru itiliyoruz. Arkamızdan itenler var ve birçoğumuzun direnmesine rağmen, o itenlerin gücünü, manipülasyonunu engelleyemiyoruz. Hatta engelleyememek bir yana, bizzat her birimiz ayrı ayrı, o arkamızdan itenlerin rahatça kullanabileceği malzemeleri de üretiyoruz.

Hani, “doktor; ne yesem yarıyor; su içsem şişmanlıyorum” örneğindeki gibi... “Savaş istemiyoruz” diyorsunuz; bakıyorsunuz ki, savaş için eşi bulunmaz bir fırsat daha üretmişsiniz.

İçinde yaşadığımız dönem ve Türkiye’nin de içine dahil olduğu Ortadoğu coğrafyasında şiddet üretimi bir türlü sona ermiyor. En sıradan, trafikteki gerilimlerden, en “ulvî” olan davalara kadar, sokaklar, özellikle gençleri olmak üzere, giderek daha çok insanı içine alan şiddet diline ve eylemlerine tanık oluyor.

Siyaset biliminin, tarihin ve sosyolojinin pencerelerinden birçok farklı gözlem ve teori vasıtasıyla, çok karmaşık olan bu bölgenin farklı cephelerine ışık tutabiliriz. Karmaşık bir gerçekliğe değebilmek için, her halükârda farklı yaklaşımlara; başka yaklaşımlar ve gözlemlerle muhabbet edebilecek mütevazı çözümlemelere ihtiyacımız var. Çünkü tek bir mercekten bakıp, “ben bu işi anladım” kibirlenmesine girmenin hiçbir fayda sağlamayacağı çok açık.

Dolayısıyla, bu yazıda, tam da bu niyetle, abartmadan bir okuma denemesi yapmaya çalışacağım.

Şeklen inşa edilen vatandaş

Alman sosyolog Georg Simmel’e göre formlar ya da şekiller, içerikten öte, başlı başına öneme ve kendi başlarına çözümlenmesi gereken anlamlara sahiptir. İşte, Simmel’in “formlar sosyolojisi” adını verdiği ve üzerinde çok fazla eser ürettiği bu alan, Türkiye ve buradan baktığımızda daha az bilgi sahibi olduğumuz diğer Ortadoğu ülkeleri üzerine de bazı sonuçlar çıkarmamıza yardımcı olabilir.

Fazla uzatmadan, herkesi bildiği bir hikayedeki dikkat çekici bir alt hikayeye bakalım. Avrupa devletlerinin modernleşme, sanayileşme ve kapitalistleşme konusunda sağlamış olduğu başarılar karşısında oldukça derin bir “yenilgi” psikozuna düşen Osmanlı payitahtı devleti Avrupa devletlerine benzer bir devlet yapmak için semboller üzerine yoğun bir faaliyete girişti. Selim Deringil’in çalışmalarından öğrendiğimize göre, armalar, marşlar, camilerin mimarisinden sultanın kamusal görünürlüğüne kadar geniş bir yelpazede devletin toplum nezdindeki imajı yenilenmeye çalışıldı.

İmaj yenileme çabası, yani şekil üzerinde yürütülen faaliyetler Cumhuriyet döneminde de devam etti. Beğenilmeyen içeriği değiştirmek üzere, kılık kıyafet, alfabe, inancın tezahürü olan her türlü işaret ve sembolle oynandı.

Yeni ulus kendini kurmak için, düşmanlarının sembollerine işaret etti; kara çarşaf, sarık giymek, Kürtçe konuşmak “eski” ve “kötü” ilan edildi. Dışarısının sembollerini “kötü” olarak tanımlayıp, içerisini kurmaya çalıştı; düşmanlarla ve onların sembolleriyle dolu olan bir dünyada kendi çağdaş sembollerini tek gerçeklik olarak dayattı.

Kapitalist modern toplumların yaşadığı tüm sosyo-ekonomik ve sınıfsal süreçleri (yani içeriği) yaşamadan, Marx’ın kavramlarıyla söylersek, sadece üstyapıda gerçekleşen, şekil üzerinde kurulan bir cumhuriyetimiz oldu.

Bu zihniyetin hegemonyası altından epey bir hasar çıktı...

Şeklen muhalefet ve direniş

Mesela, sarıklı-cübbeli din adamları ve besmeleleriyle açılan, bir nevi toplumu ikna etmek için “şekil şartının” yerine getirildiği Sivas ve Erzurum kongrelerinden sonra, eskiye karşı çağdaş kıyafet, modernleşmenin sembolü oldu. “Modern kadın”ın inşası yolunda kadın bedeni sembol savaşlarının alanı haline geldi.

Çünkü devlet, devlet olmakla sembollerini dayattı ama o hegemonyanın “doğal biçimde” kabul edileceğine dair herhangi bir garanti yoktu. Sembollerle tesis olmaya çalışan ulus ve vatandaşlık fikrine karşı, cemaatleşerek kendini korumaya çalışan toplumsal ve kültürel gruplar da sembollerini korumaya çalıştılar. Sembolleri mutlaklaştıran cumhuriyetin taktiklerine benzer biçimde, direnebilenler de kendi sembollerini mutlaklaştırdılar.

Sembollerin kızgın savaşında, yerde bulunan Arapça (mesela) bir alışveriş listesine bile “kutsallık” atfedilerek, öpüp başa değdirildikten sonra, kimsenin çiğnemeyeceği şekilde kenardaki duvarın üzerine kondu.

İçeriğinde ne yazdığını hiçbir zaman gerçekten bilmediği, ancak bilenlerin -varolan güç ilişkileri içinde- aktardığı mesajların dolu olduğu kitaplar, büstler, bayraklar, kendilerinden ziyade bir “kutsallık formatını” inşa ettiler.

Ve tabii ki, bu süreç sadece iki ayrı kutupta gerçekleşen, birbirini dışlayan kimlikler kavgası olarak cereyan etmedi. En azından, bazen görüntüde dayatılan sembolü takınırken, arka planda, özel alanda ya da özelleşmiş kamusal alanlarda insanlar kendi sembollerini tahkim etti.

Her şeye rağmen semboller vasıtasıyla korunmaya çalışılan kimliğin erozyona uğradığı, insanın bütünlüğünü örseleyen, travmatize eden bir ortamda çoğunlukla, sembolden de başka bir şey kalmadı. Biraz kendi otantik varoluşunu hatırlatan semboller ve dayatılan sembolleri bir araya getiren ama asla ne birinin ne de diğerinin içeriğini yaşayan yüzeysel bir toplumsal varoluş esas oldu.

Sınır çizen şekil ve olmayan yuva

Yersizleşen, yurtsuzlaşan geniş toplumsal kesimler için semboller kurgusal bir “yuva” oldu. Daha doğrusu arkasında kendi “gerçek” hayatını, “içeriği” koruyabilmeyi umduğu duvarlarla çevrili bir yuva... İçini bir türlü dolduramasa da kaybetmekten ölümüne korktuğu, sembolden inşa edilmiş bir yuva...

Hep korku içinde yaşamış olan, hep başkalarının sembollerin dayatıldığı, hep güvensiz yaşayan, alabildiğine kırılgan olan toplumlarda bugünün inşasında başvurulan semboller, formlar daha da parçalıyor ve savaş ruhunu besliyor.

Kutsallığın sadece formatta olduğu durumlarda, mühim olan kılıftır; şekildir. O şekli gösterdikten, gereğini yaptıktan sonra, içerikte ne yapıldığının hiçbir önemi yoktur. Ortalamanın tahakkümünde, gerekli şekillere uyum sağlandığı ölçüde her şeye müsamaha gösterilebilir. Mahkemede kravat takıp, “iyi hal gösteren” tecavüzcü “aferin evladım” denilerek tahliye olur. Karısını sokak ortasında öldüren adam, “namusumu temizledim” der kurtulur. Ortalığı soyup soğana çeviren adam “besmeleyle çaldığı” için makbul olur...

Yani “el âlem ne der?” korkusuna karşı, “zevahiri kurtardığınız” takdirde sorun yok gibi görünür. Ama makbul olan sadece zevahir olduğu için, aynı zamanda bizi birbirimize bağlayan içeriklerle uğraşmadığımız için, sınırları çizen tezahürlerin kavgasından muhteşem savaşlar üretebiliyoruz.

 

 

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.