01 Kasım 2018, Perşembe

Kulakları sağır eden dünya

Bizim evde epey bir zamandır televizyon yok. Hepsi birbirinin kopyası kanallara ve o kanallarda arz-ı endam eden, incir çekirdeği kıvamındaki mevzularda “bu dünyaları ben yarattım” havalarındaki ‘delikanlı erkek’ profilini takınıp konuşan futbol yorumcularına, onların siyasetteki eşleniklerine, bunların arasında bir yerde siyaset, strateji, hukuk gibi mevzularda konuşan ‘yorumcu’ figürlere ve de bilumum hamaset dizilerine tahammül edemeyip, o elektronik kutuyu sokağa terk ettik. İnsanı hasta eden yayınlara maruz kalmamak için böyle bir adım attık.

Dolayısıyla, biraz endişeyle de olsa, çok parlak Türkiye’miz ve dünyamızla ilgili olarak ‘enformasyon cahili’ olmayı kabul etmiştik. Ama gördük ki, bu pek mümkün değil. Tabii ki, yalan yanlış ve de yanlı yorumlar eşliğinde sunulan pek çok haber ve içerdiği olay hayatımızdan çıktı çıkmasına; ancak yaşadığımız dünyanın iletişim kanalları o kadar çok çeşitli ki, cahil kalmanın da pek mümkün olmadığını fark ettik.

Kendi adıma şunu bile söyleyebilirim: evde televizyon olsa ve o televizyonu seyrediyor olsam, aslında asla bilemeyeceğim birçok gereceği öğrenme imkânımın da olduğunu fark ediyorum.

Mesela erkeklerin kadınlara hâlâ inanılmaz bir şiddet uyguladığını bilmemek, duymamak mümkün değil. Adamın tekinin, inanılmaz bir güvenle ve sınırsızlıkla karısını önce bıçakladığını, balkondan aşağı attığını, üzerine saksı fırlattığını duyuyorsunuz. Sonra adamın gözaltına alındığını fakat “adli kontrol şartıyla” serbest bırakıldığını öğreniyorsunuz.

Kibirlenen dünya

Sakaryaspor – Amedspor maçında tribünlerde, başka hiçbir takımın oyuncularına karşı yapılmayacak bir psikolojik bir baskı politikasının misafir Amedspor oyuncularına karşı uygulandığını öğreniyorsunuz. Bu ve benzeri vesilelerle, 12 Eylül hapishanelerindeki psikolojik işkence yöntemlerini andıran ya da Orwell’in 1984’ünü çağrıştıran bir takım pratiklerin Propaganda bakanlığı vasıtasıyla hayatın her alanına sızdığını görüyorsunuz.

Kazayla bir sosyal medya mesajına denk geliyorsunuz; Tabiat Tarihi Müzesi'ni ziyaret eden bir Twitter kullanıcısı vasıtasıyla “bir sürü panoda ufak kâğıtlarla bazı kelimelerin üzerinin kapatıldığını, hepsinin nedense ‘gelişim’ olarak ‘düzeltilmiş’ olduğunu” öğreniyorsunuz. “Evrim” kelimesine tahammül edemeyen, evrim ve yaradılışı yan yana düşünebilme kapasitesine sahip olamayan Hakikat bakanlığının marifetiyle sözlüğümüzden bir kelimenin çıkarılıp, yerine başka bir kelimenin çakılmaya çalışıldığına, ama gene de bunu beceremediklerine şahit oluyorsunuz.

Osman Kavala’nın bir senedir tutuklu olduğunu, hakkında hâlâ bir iddianame yazılmadığını, yazma görevine sahip insanların böyle bir iddianameyi yazamadıklarını, muhtemelen yazamayacaklarını, çünkü “iddia edilecek” de bir şey olmadığını hep beraber bildiğimizi gene ve hâlâ idrak ediyoruz.

Birbirinin kopyası olan “dünya liderleri” serisinin Hindistan şubesi olan Narendra Modi’nin yönetiminde, Gujarat eyaletinde 182 metrelik heykelinin törenle açıldığını, dünyanın bu en uzun heykelinin, 430 milyon dolara mal olduğunu, bu paranın fakir fukaraya bir destek olmasındansa da Hindu milliyetçiliğine gaz olarak verilmesinin daha makul görüldüğünü öğreniyoruz. Gujarat eyaletine bağlı bir şehir olan Ahmedabad şehrinde de 2002’de yüzlerce Müslüman katledildiğinde aynı Modi’nin Gujarat valisi olduğunu da bu vesileyle hatırlıyoruz.

Bu sırada 21. yüzyılın yükselen yıldızı olarak yer alan, lideri diğerleri gibi “dünya lideri” olan Türkiye’nin de dünyanın en büyük havaalanını yapmakla öğündüğünü görmemenin mümkün olmadığını fark ediyoruz. Dünyadaki 190 küsur ülke arasında Paris İklim Sözleşmesini imzalamayan 15 ülke arasında yer alan, yolsuzluk sıralamasında da en kötü 10-15 ülke arasında yer alan Türkiye’nin –şimdilik- büyük heykeller vs. peşinde koşmasa da, sokaklarda her gün milyonlarca lira değerindeki propaganda afişlerinde yer alan reisinin sözleri vasıtasıyla, havaalanının sadece bir havaalanı olarak değil, bir “zafer” olarak görüldüğünü okuyoruz. Hektarlarca ve onbinlerce ağacı katleden ve onlarca işçinin kanını inşaatın harcına katan bu zaferden sonra, benzer bir zafer için Sinop’ta da nükleer santral için İnceburun’un ağaçsız bir kel buruna döndüğünü internet görüntüleri vasıtasıyla öğreniyoruz.

Yemen’i sabah akşam bombalayan, yığınlarca insan kuşaklarını öldüren, sakat ve aç bırakan, milyonlarca çocuğu açlığa ve hastalıklara terkeden Suudi Arabistan’ın bizlerden uzaklarda işlediği günahların bir türlü bizim ulusal medya kanallarımıza giremediğini de bir yerlerden anlıyoruz. Suudi bombaların seslerinin ve Yemenli çocuklarının acı içinde çığlıklarının normal şartlarda kulakları sağır edecek etkilerinin bizim buralara gelememesine rağmen, aynı Suud efendilerin yönlendirdiği kasapların Türkiye’de gazeteci kestiğini ve bu Suud efendilere silah satan beyaz Amerika ve Avrupa dünyasının - silahlarını sattıkça- hiçbir dertlerinin olmayacağı bilgisi de aralardan bir yerlerden bize doğru sızıyor.

Milli çıkarlarımız gereği, ABD ile birlikte “en büyük dostumuz” sıralamasında bir aşağı inen, bir yukarı çıkan Rusya’nın “dünya lideri” Putin’in aşırı sağla ittifak yaptığını, bir hacker ve troller ordusuyla, sahte sosyal medya hesapları vasıtasıyla, kamuoyunda tartışmaları ve seçimleri manipüle etmek için bavullar dolusu kirli para döktüğünü de öğreniyoruz.

Brezilya’da Jair Bolsonaro adlı, aleni ırkçı ve faşist ve de görünüşte gayet Hıristiyan bir beyazın yüzde 55 oyla başkan seçildiğini öğreniyorsunuz. Kuzeyindeki gringonun tropik şubesi olarak nam kazanan, sokaklarda suçlu olma potansiyeli taşıyan herkesi vurmayı vadeden, kadınları alenen tecavüzü bile hak etmediklerini söyleyecek kadar aşağılayabilme tıynetine sahip bu popülist adamın aslında ahlâkın, doğruluğun, namusun, hakkaniyetin, adaletin kalmadığı bir gezegenin yeni tezahürü olduğunu içiniz acıyarak fark ediyorsunuz. İşkenceyi, daha fazla öldürmeyi, daha fazla darbeyi vazeden, azınlığın çoğunluk önünde boyun eğmesi gerektiğini iddia eden, Amazonları hızla bitirecek bir ağaç katliamına yol veren bu neo-liberal adamın insanlar arasında ya da insan ve doğa arasında varlığını hasbel kader sürdürmüş asgari düzeyde bir “değerler manzumesinin” dibine kibrit suyu dökmeye yeminli olduğunu anlıyorsunuz.

Dünyanın farklı bölgelerindeki bu adamın uzantıları ya da replikalarının aynı anda bu kadar müdanasız bir şekilde ortaya çıkmış olmalarının kuşkusuz çok derin sebepleri var, ancak öyle görünüyor ki, bu sebepler arasında birkaçı –modern toplumun ortak söyleminin yıkılması ve cemaat arayışının güçlenmesi- çok daha fazla öne çıkıyor.

Yıkılan bütünlük ve cemaatler

Bunlardan birincisine göre, ideolojik öğrenme kalıplarımıza, derinlikli olmayan ve ancak siyasal tezahürleri eşliğinde algılayabildiğimiz şemalara göre ayrı görsek de, modern zamanlarda, birbirleriyle hep rekabet ve çatışma halinde olduklarını gözlemlediğimiz seküler ve dini referans dünyalarının bugün ortak bir meşruiyet kaybı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Talal Asad’ın analizi eşliğinde,  aynı söylemsel bütünün parçaları olan ve birbirlerini besleyen seküler ve dini referans dünyalarının –en azından söylemsel düzeyde- birlikte kurdukları “ilericilik, eşitlikçilik, dayanışmacılık, insan haklarına saygı” gibi değerlerden oluşan yarı-dinsel inançlar dünyası erozyona uğruyor. Bu bütünleşmiş “iyilik” hali, giderek karmaşıklaşan dünya karşısında, artık varolanın anlamlandırılmasında ve gerçekliğin inşasında güçlü bir rol oynayamıyor. Hatta, hayatı kuşatan, her şeyi içine alan ve her şeyi anlamlandırabilen bu dinsel ya da yarı-dinsel tahayyül artık çökmüş durumda. Amerika başta olmak üzere, hesap, kitap ve çıkarların maksimizasyonu eşliğinde gücü tapınılacak en önemli kerteye çıkaran aktörler, onların bombaları, nükleer santralleri, kibirleri ve küstahlıkları ve bunun saklanmaya bile gerek kalmadan alenileşmesi, biz sıradan insanlarda inanılmaz bir hayatta kalma dürtüsü uyandırıyor. Adeta “çevresine en çok adapte olabilen hayatta kalır” mottosunun sahibi Spencer yüz yılı aşıp, bütün güncelliğiyle hayatımıza yeniden giriyor.

Televizyon izlemezken bile bu kadar çok güvensizlik ve savunmasızlık yaratan enformasyona maruz kalındığında, bizzat bu tezahürlerin nasıl olup da bu kadar çok kuşatıcı bir etki yarattığını da anlamak mümkün görünüyor. Aslında belki bir soru eşliğinde bu ‘anlama’ üzerine düşünmek gerekiyor. Nasıl oluyor da insanlar bu kadar hızlı bir şekilde dünyayı hep birlikte korkunç bir felakete sürüklemekte olan bu kibirli adamlara ve onların etrafında şekillenen en inanılmayacak cemaatlere bu kadar çok inanıyorlar? Öyle görünüyor ki, içinde dolaştıkça hızla derinlere doğru inilen bu inanma süreci bir döngüye benziyor. Bu döngü bir merdivenden inmeye ya da çıkmaya benziyor. Bu cemaatlerin ortamlarına, inanma ritüellerine adım attıkça, önce her şey normaldir ve kolaydır. Sonra fikri angajman arttıkça geri dönmek imkansızlaşır. Merdivenin en tepesine çıkıldığında (ya da en dibine inildiğinde), artık yapılan zihinsel ve duygusal yatırımdan soyutlanmak imkansız hale gelir. Cemaat bu tecrübeyi, kahramanlığı, seçilmişliği yaşatan bir yerdir; cemaat size tanrılar, inanılacak ikonlar, semboller sunar ve artık dört bir tarafınız sarılmıştır ve başka inanılacak bir şey kalmamıştır.

İşte artık hayatta kalmak için ahlâka, doğruluğa gerek yoktur. Birbirlerine ilkesel olarak uymak zorunda olmayan, birbirlerinden 180 derece farklı ve çelişik referans dünyalarından derlenen ‘haklılık’ inşası sonunda, “öldürmeyeceksin” emrini taç edinmiş, ancak öldürmenin meziyetlerini anlatan Hıristiyan ile “güzel ahlâk” dinini taç edinmiş, ancak “çalıyorlar ama besmeleyle çalıyorlar” diyen Müslüman yeni gerçekliğin ortaklaşmış tezahürleridir. 

 

 

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.