01 Ağustos 2017, Salı

“Konuşan teröristtir”

Bu söz Alberto Fujimori’ye ait. Peru’yu 1990’dan 2000’e kadar demir bir yumrukla yönetip, neo-liberal ekonomik politikaları, neo-popülist bir söylemle yürüten başkanın sözleri ya da onun mantığı…

Fujimori, kendi iktidarı döneminde, orduyla işbirliği halinde Meclis’e tankları dayayıp, kendi rejimine karşı darbe (autogolpe) yapan ve bütün yetkileri kendinde toplayan, yasalar yerine kararnamelerle yöneten, iktidar süresini uzatmak için anayasayı değiştiren bir lider.

Peru, yıllar boyunca Sendero Luminoso (Işıklı Yol) adlı silahlı örgüt ile devlet arasında sıkışmış bir memleket. Peru halkı, bu örgüt ve devlet arasındaki kirli savaşta travma üzerine travma yaşadı. Korktu, çaresizleşti ve sesi soluğu kesildi. Sorgusuz sualsiz adam öldüren, işkence yapan bir devlet ile ibret olsun diye kendi halkını cezalandırmak için kafa kesen bir örgüt arasındaki bir “korku” ülkesi ve onun halkının hikâyesiydi bu…

Fujimori döneminde işte bu Sendero Luminoso adlı örgüt “yenildi”; lideri Guzman ve tepe yöneticileri yakalandı. Ancak örgüt yenilmiş olmasına rağmen, Fujimori yönetiminin baskısı sona ermedi. “Eski zamanlara dönme korkusu” sürekli tehdit olarak körüklendi. “Eski” derken, her anlamda “eski”den bahsediliyordu. Mesela, Şili’de 1973’te Salvador Allende’yi deviren diktatör Pinochet rejimi tarafından kullanıldığı şekliyle… Gayet klasik yollarla; ekonomik başarısızlık, siyasi istikrarsızlık, gıda kuyrukları gibisorunları medya manipülasyonuyla merkeze çekerek… Özgürlükleri kısıtlayıp, sosyal adaleti yerlerde süründürüp ama yerlerde sürünen insanların gıkını çıkarmalarını engelleyerek ve bunun adına “istikrar” diyerek…

Fujimori’nin bir yönetim aracı olarak sürekli olarak kullandığı “korku” sadece “kaotik bir eskiye dönme” ile ilişkili değildi; genel bir “korku kültürü”ydü söz konusu olan… Yasal mevzuatta terörizm o kadar geniş tanımlanmıştı ki, herhangi bir yasal itiraz ya da protesto her an terörizm kapanına kısılabilirdi. Fujimori “terörizm her yere sızdı” diyor ve en sıradan meşru ve yasal muhalefetin altında bile terörizm arıyordu. “Düzen ve istikrar” adına, kişisel özgürlüklerden vazgeçmeyi, aksi takdirde başına geleceklere razı olmayı da beraberinde getiren bir korku düzeneğini başarıyla hayata geçirmişti.

“En büyük başkan…”

Peru ve Fujimori yakın tarihimizden örnekler… Günümüzde çok daha “total” olan versiyonları var; Kuzey Kore ve Kim Jong İl’den Kim JongUn’a, yani babadan oğula geçen hanedan versiyonu mesela… Biraz daha geriye gidince, bu tür pratiklerin katmerlilerine rastlamak mümkün. Mesela Hitler’in Nazi Almanya’sı, Mussolini’nin faşist İtalya’sı, falanjist (bir başka faşist)Franco’nun İspanya’sı gibi…

Bunların hepsinin büyük iddiaları vardı ama hiçbiri, o “sonsuz yücelik” olarak kurdukları iddialarının tersine, çok uzun sürmedi. Ya da hepsi, en fazla, kutsal liderlerinin hayatı kadar sürdü. Kendinden öncekilerin en fazla teknikler bakımından kötü bir kopyası olan Fujimori’nin rejimi ise o kadar bile sürmedi; kendisi daha hayattayken sona erdi. Adamı yaptığı yolsuzluklar ve kitle katliamlarındaki sorumluluklarından ötürü hapse attılar.

Bu tür ülkeler arasında en uzun ömürlü olmuş olanı ise Sovyetler Birliği oldu; 1917’de kuruldu, 73 yıl sonra 1990’da çöktü. 1949’da kurulan Çin ise 68 yıllık ömrüyle ona yaklaşıyor. İşte Sovyetler Birliği ve özellikle Stalin dönemi dünya siyasal rejimler ve totalitarizm literatürüne bol malzeme bırakmış bir örnek oldu…

Totalitarizm, toplumun tamamının ele geçirilmesi üzerine kurulu, bunu hedefleyen, farklı düzeylerde bunu başaran siyasal rejimlere verilen bir ad… Aynı zamanda, siyasal otoritenin toplumun her hücresine nüfuz etmesi, genellikle kitlelerin yukarıdan aşağıya baskı olmasına –her zaman- gerek olmaksızın boyun eğmesi esasına dayanan bir rejim olarak kabul edilir. Totalitarizm bir yandan yatay, yani toplum sathına yayılan bir kontrol sağlarken, diğer yandan dikey, yanı devletin en tepesinden en sıradan bireye kadar sağlanan bir örtüşme ya da “sıkışma”dır; bir bakıma, lider, parti, devlet, kurumlar ve vatandaş silsilesindeki her uğrağın birbiriyle bütünleşmesidir. Başka bir ifadeyle, en sıradan bireyin, “üstün lideri” (onun partisini ve onun görüşlerini) içinde hissetmesidir.

Totalitarizm farklı derecelerde gerçekleşebilir. Bazılarında sesinizi çıkarmaya çalışırsınız; ama çoğunluk çok güçlüdür, hep azınlıkta kalırsınız, kimse duymaz sizi. Ya da sesiniz güçlü olsa bile, “sesi” sadece o sesi çıkaranlar duyabilir; çünkü medya tamamen kontrol altındadır. Siz kendi kendinize gelin güvey olursunuz ancak… Bazen o kadar azınlıksınızdır ki, polise, gestapoya, milise gerek kalmadan komşularınız gereken operasyonu yapar ve sesiniz kesilir. Bazı durumlarda sesinizi çıkarmamanız gerektiğini bilirsiniz, dolayısıyla susarak “her şeyin ne kadar normal olduğunu” varlığınızla gösterirsiniz. Başka durumlarda ise alternatif ses çıkarmak aklınıza bile gelmez; zaten öyle bir durum yoktur. Zaten size, başkalarına göre, herkese göre durum iyidir, hatta mükemmel ötesidir.

Mutlak total?

Dolayısıyla tek bir versiyona sahip bir totalitarizmden bahsedilemez. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi toplum ve bireylerin kontrolünde farklı dereceler söz konusu olabilir. Eğer herkes için düşünülecek “başka bir alternatif yoksa”, yaşanan “toplum zaten mükemmel”olarak kabul ediliyorsa, orada totalitarizm “tam”dır ve “total”dir.

Ama bu anlamda “total” olan bir totalitarizm yoktur. Hiçbir zaman hiçbir yerde insanların tümünü aynı kalıba sokacak bir ikna teknolojisi icad edilmemiştir. Her halükârda bir yerlerde kaçak vardır; her halükârda merkezi otoritenin, halkın cisimleşmiş hali olarak pazarlanan liderin dediklerini savuşturacak, en azından bir “deli” vardır. Bu yüzden Sovyetler Birliği’nde Gulag takım adalarının olduğunu bilmek, psikiyatrik hastanelerde sayısız insan olduğunu bilmek, o Sovyetler Birliği’nin bile total olmadığını gösterir.

Her totaliter yapının merkezinde bir “führer”, “yoldaş lider” vs. bir kişi vardır. Onun etrafında halka halka genişleyen doğrulayıcılar ya da yön vericiler, çıkar grupları; daha sonra, mesela “devrim”den sonra, ortada temerküz eden yeni güç odağının meşrulaşması için uğraşan aparatçikler, büyük bir makinanın parçası küçük adamlar, hem çıkar çevrelerinin, devlet içindeki ittifakların seslerini merkeze taşıyan, hem de merkezi bu fraksiyonlara taşıyan adamlardır bunlar. Bir bakıma bir tür bağlaçtırlar. Bunların esas görevi ise dışarı dönük mesaj vermek, ayar vermektir… İdeolojik hegemonyayı tesis etmek ve mutlaklaştırmaktır... Başını kaldırana, arkasındaki asker, polis, parti komiserleri vs. güce dayanarak fiziksel ya da sembolik şiddeti yapıştırmaktır...

Dolayısıyla “başarılı” totaliter yapılarda, çömez Fujimori’nin kısmen başardığı Peru’da da, “konuşmak”, totaliter rejim için tehdit olacağı için, “terörist”, “iç düşman”, “karşı devrimci”, “dış düşmanların içerideki uzantıları” gibi yaftalar bol bol kullanılmış ve bol bol işe yaramıştır.

Kuşkusuz, Totalitarizmin kaynakları (İletişim, 2014) adlı ve insanlık için sonsuz bir fayda sağlayan bir kitabı yazan Hannah Arendt’in dediği gibi, Sovyet rejimi hiçbir zaman “monolitik” değildi. “Üst üste binen, çoğalan ve paralel fonksiyonlar etrafında bilinçli olarak inşa edilen” ve “bu grotesk biçimde amorf yapıyı” Nazi Almanyası’nın “Führer”i gibi bir “kişilik kültü” ancak bir arada tutabilirdi. Partiyi tamamen kendi denetimine soktuğu 1928’den itibaren, Stalin için de bu kült ya da tapınma artık çok zor değildi. Arendt’e göre, bu yüzden, devlet veya partinin her düzeyinde ya da toplumun farklı kesimlerinde, tek sesli medyada siyasal mesajlar verilirken, genellikle rejim, parti veya ülkeye değil, “Yoldaş Stalin’e karşı yükümlülüklerin” vurgulanması sıradan bir durumdu. (s.23)

Sıradan ya da mühim bir “partizan” ya da vatandaş için olması gereken şey, Stalin’e sahip çıkmak, onu yüceltmektir. Yoldaş Stalin, “Mevcut koşullarda bir Bolşevik’in vazgeçilmez özelliği, bir Parti düşmanını hangi maskeyi takmış olursa olsun tanıma becerisi göstermesidir” (s.24) şeklinde ihbarcılık için yol gösterdiği zaman, vatandaşın bunu ikiletmemesidir. Ama bunu yapacak bir becerisi gerçekten yok ise, yoldaş vatandaş ne yapacaktır? Ne yapacağı açıktır: mühim olan “halkların babası” ve de yoldaş lider Stalin’e aşkla bağlanmak ve onun gösterdiği yolu “emir” telâkki etmek ve ne yapıp edip, başkan babanın sunağına adakları kurban etmektir.

Liderin gösterdiği yol, o dönemin -şimdikine kıyasla- oldukça kısıtlı olan imkânlarına rağmen, başarıyla iletilmiştir. “Resmi hikâyeye” uygun olan ve olmayan bütün gerçekler, Pravda ya da Izvestia gibi gazetelerde elenip, şekillenip hizmete sokulmuştur. Bu şekilde sivil toplum sessizliğe itilmiş, sivil toplum aktörlerinin kamusal alanda hareket etme kapasitesi dumura uğratılmıştır. Yani bir yandan endoktrinasyon, diğer yandan güçlüye, çoğunluk gibi görünene uyum sağlatma teknikleri ve uysallaştırma vasıtasıyla, Sovyet toplumu totalitarizmle özdeşleşmiştir.

Toplumun psikolojisine korku sokulmuş; başkaları hakkında da hem korku hem de şüphe zerkedilmiştir: “Acaba o da mı?” Ya da “A, o da mı onlardanmış?” şüpheciliği ve bu şüpheciliğin getirdiği rahatsızlığı silmek üzere sağlanan bir totaliter bilgi ortamı, tek gerçeklik hali hâkim olmuştur.

Bütün bunlar totalitarizmin yukarıdan aşağı nasıl şekillendiğini bir miktar anlatır. Ancak hiçbir totaliter ülkede, toplumun varolan kültürel yapılarıyla hemhal olmayan bir kontrol sağlanamamıştır. Her hâkim yapı, sınıf, güç ya da zümre Gramsci’nin dediği türden bir hegemonyayı kültürel alanın devreye sokulmasıyla sağlayabilir ve geniş toplumsal kesimlerin rızasını sağlayabilir. Yani Hıristiyan bir toplumda kim rıza elde etmek ve uyum sağlamak istiyorsa, o toplumun dilleri arasında yer alan Hıristiyanlığı da araçsallaştırmalıdır. En kötü ihtimalle “ateizm” bile vazedilecekse, bu toplumun “Hıristiyani” kodları içinden yapılmalıdır… Mesih, kurtuluş, vaadedilmiş cennet, iyi ve kötünün net ayrımı gibi… Totalitarizm bunu yüksek bir başarı dozuyla gerçekleştirmiştir. En azından belli bir süreliğine…

Ancak bundan bir adım daha ötesini düşünmek gerekir. Yani bizzat sıradan insanlar nasıl bir ruh halinde totalitarizmin dünyasına girmişlerdir? Kısaca hatırlamakta yarar var; Asch, Milgram gibi sosyal psikoloji deneyleri, insanların otorite ve çoğunluklar karşısında nasıl uyum sağladıklarını, yalnız kalmaktan korktuklarını, bu yüzden mesela, emirleri yerine getirdiğini düşünen Nazi askerlerinin ya da sıradan insanların, nasıl da kolayca Yahudileri öldürebildiklerini oldukça zihin açıcı şekilde göstermişlerdir.

Ancak gene de bu insanlar içlerinde hangi duyguyla ve nasıl ikna olmuşlardır? Daha da önemlisi, bizzat nasıl olup da totalitarizmi besleyen, meşrulaştıran, taşıyan, yücelten insanlar olmuşlardır?

Totalitarizmin besin kaynağı: umutsuzluk

Muhtemelen, cevapları kolay kolay bulunamayacak çok zor bir soru bu…

Ama belki, mesela E.P. Thompson’ın “umutsuzluk binyılcılığı” ve “otantik binyılcılık” olarak adlandırdığı ayrımda bazı ipuçları bulabiliriz. “Binyılcılık” (millenarism), Mesih’in son yargı gününden önce yeryüzüne inip bin yıl hüküm süreceğini savunan bir öğretidir. Bir bakıma, insanların nihai kurtuluşuna inanmaktır. Ancak bu kurtuluşun nasıl ve hangi durumlarda arzulandığı önemlidir. Birisinin ya da diğerinin öne çıkması, insanların büyük kitleler halinde umut ve umutsuzluk arasında bocalamasına, gidip gelmesine işaret eder. Öyle dönemler vardır ki, umutsuzluk had safhadadır; Mesih’li kurtuluş yakıcı bir ihtiyaç haline gelir; arzulanan son, umutsuzluğun ürünüdür. Oysa bunun tersi olarak, sosyopolitik bir değişim umudu ortaya çıktığı zaman, herhangi bir din temelli kurtuluş beklentileri ya da kurtuluş ideolojileri zayıflar. Böyle bir durumda kurtuluş bizzat bireylerin, toplumların elindedir.

Son söz olarak, içinde yaşadığımız dönemler ve toplum koşulları bize totalitarizmin hangi durumlarda bizzat insanlar tarafından inşa edildiğine dair sayısız örnekler sunuyor. En azından, bireylerin kendileri olamadığı, kendilerini yabancılaşma süreçlerine karşı koruyamadıkları zamanlarda, modern efsanelerle, yalan da olsa, yalan olduğu bilinse de, belli bir güç etrafında toplulaşmayı kolaylaştıran söylemlerle, karizmatik liderlerle, davalar ve insanlara belli bir cemaat duygusu veren ve de bu duyguyu yücelten pratikler vasıtasıyla, insanlar totalitarizmin anaforuna kapılabiliyorlar... Ve bu riskten hiçbir toplum vareste değil...

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.