01 Ağustos 2019, Perşembe

Günah, erkeklik, kabile vs.

İçinde yaşadığımız toplumda ilginç bir “günaha girme” korkusu var. Ama bu bildiğimiz anlamdaki dinin ilkelerine, kurallarına uymamaktan kaynaklanabilecek bir günah korkusu değil… Çoğunluğun en azından bağlı olduğunu söylediği, bildiğimiz anlamda Müslümanlıktan ya da diğer dinlerden içeri olsun ya da olmasın, herkeste bir günaha girme korkusu mevcut. İnsanlar, yaşadıkları birçok korkuyu, “günaha girme” gibi, çok uzun bir tarihten gelen bir “kültürel miras”, bedenlerine, hafızalarına ve duygusal sermayelerine işlemiş bir referans olarak taşıyorlar.

“Atatürk’e lâf etme” günahı, “15 Temmuz hakkında şüpheli laf etme” günahı, bir zamanlar şu veya bu grubu desteklemiş olma günahı… Söylediğimiz herhangi bir sözden, almış olduğumuz bir tavırdan ötürü, yaşadığımız her anda, her karşılaşmada “yeryüzü tanrıları”, hâkim toplumsal güçler, ideolojik kurgular ya da sadece muhatap olduğumuz sıradan insanlar tarafından acaba cezalandırılır mıyız korkusu dolaşıyor ortalıkta.

Herkes günaha girmekten korkuyor ama engizisyon mahkemesi düzenlemekten de kendini alıkoymuyor. Aslında tabii ki, günahla suçlanma riski karşısında en iyi usulün günahla suçlamak olduğunu biliyor herkes. Hatta en günahkârlar mahkeme düzenlemek için birbirleriyle yarışıyorlar. Engizisyon, aforoz türünden yargılama ve cezalandırmalar da günahla çok fazla haşır neşir olan toplumlardan ortaya çıkıyor.

İşin kötüsü bir günah çıkarma merci de yok; birileri sizin eskiden işlemiş olduğunuzu varsaydığı günahı her an aleyhinize kullanabilir. Ana akımından sosyal medyaya, daha kenarda köşede kalmış bütün medya organlarına kadar her yere sirayet etmiş bir pratik olarak, “eski solcu bilmem kim şunu yaptı”, “Ermeni işadamı ortağını öldürdü” türünden görünüşte masum açıklamalarla “günah”ın sebebinin adresi gösterilebiliyor. Dolayısıyla o “masum” cümlede iddia edilen olay ve kişi hakkında gereken aşağılamayı kafalarda oluşturmak da mümkün olabiliyor.

Günahtan, günah işlemekten, fakat daha da çok, hazırda duran günahlarla yaftalanmaktan çok korkan bir toplumda engizisyon pratiklerine çok uygun bir örneği Gülen cemaatinin yurtlarında hasbelkader kalmış bir genç adamdan dinlemiştim. Kendisine kıyasla cemaatle çok daha yakın ilişkileri olan ağabey, 15 Temmuz’un arkasından gelen yoğun baskı döneminde bir gün, yaşadıkları şehrin çarşısında, kardeşine “alçak fetöcü!” diye bağırarak saldırmış ve herkesin gözü önünde onu dövmüştü. Tabii, akabinde genç adam kamuda çalıştığı işten atılmış, uzun süre işsiz kalmış, ailesiyle birlikte hayatlarına devam edebilmek için, mesleğiyle alakası olmayan ufak tefek işlerle yetinmek zorunda kalmış; kendi ailesi de dâhil olmak üzere, toplumda vebalı gibi muamele görmüş, açıkçası hayata sürünerek devam edebilmişti.

Dolayısıyla günah çok göreli bir kavram. Hatta günahın sosyal olarak inşa edildiğini ve var olan sosyal ilişiklere göre tanımlandığını, ilgili ve gerekli duyguları da yarattığını söyleyebiliriz. Mesela birçok AKP’li seçmenin ağabeyleri hakkında sahip olduğu “çalıyorlar ama besmeleyle çalıyorlar” şeklindeki (bazen yüksek sesle dile getirdikleri) duygu ve düşünce, aslında çok açık ki, “günah” kavramına “devrimci” bir yorum getiriyor. Bir bakıma, eylemin içinde yer alan “besmele”, işi Allah’a bırakmadan, günahı siliyor. Ya da bu seçmen, her türlü haksızlığa, adaletsizliğe rağmen AKP’ye oy vermeye devam ediyor ve Erdoğan’a “tapıyorsa”, belli ki kafasında oluşturduğu günah hiyerarşisinde AKP’nin işledikleri epey aşağılarda yer alıyor demektir.

Her türlü günahın “dinsel” ve “cinsel” kökeni

Aslında bu, madalyonun sadece bir yüzü… Madalyonun öteki yüzünde, yani dinden hiç bahsetmeden ya da çok az bahsederek varlıklarını sürdüren birçok seküler vatandaş ve seçmen için de benzer bir durum söz konusu… Mesela neden seküler / sekülarist kanat ortalama AKP’li seçmenden nefret eder? Bu soruya verilecek cevaplar AKP’li seçmeni şekillendiren duygu türüyle doğrudan bağlantılı.

Sağcı dilin çok sık başvurduğu “eski solcu”, “Gezici” söylemi gibi, mesela laikçi kanadın yıllardır bir türlü tüketemediği “yetmez ama evetçilik” suçlaması da benzer bir günah inşası yapıyor. Yani bir zamanlar solculuk yaptıysanız ve bugün olmamanız gereken bir safta yer alıyorsanız, nasıl bu “solculuk” günahı her an önünüze konulabiliyorsa, “yetmez ama evetçilik” de önünüze konulabilir.

Her ikisi de “başöğretmen” (mesleki pozisyon olarak başöğretmenleri tenzih ederek) kıvamında, kibirli, her şeye yukarıdan bakan, yargılayan, adeta engizisyon yargıçlarının tutum ve davranışlarını taşıyor.

Dolayısıyla, bu yargıçlar nezdinde, “günahla yaftalanmış” biri olarak sizin kendi acınızdan, uğradığınız haksızlıklardan bahsetmenizin hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla, bu korkuyla, ortalama vatandaş, şu veya bu cemaat tarafından günah olarak işaretlenmiş pratiklerden uzak kalmaya özen gösterir. Kendi cemaatini ya da yaşam tarzını ilgilendirmeyen konularda da en büyük günah koyucu olarak devletin ayetlerine karşı gelmez. Birisi, KHK’larla işlerinden atılan binlerce insan hakkında, üniversitelerinden uzaklaştırılmış ve hapse atılmış akademisyenler için kılını kıpırdatmaz; başkası başörtüsünden ötürü üniversite kapılarından geri çevrilmiş kızlarla ilgili hiç derdi olmaz… Ama her ikisi de Ermeni, Rum, Kürt gibi meselelerde tehlikeli sularda günah işlememeye dikkat eder.

Neden bu tarafta veya öbür tarafta bazı insanlar başka insanların acısına zerre kadar empati yapamaz? Neden sadece kendi meselesi en önemli kıstastır?

Bunların bir kısım cevapları kimlik / cemaat gibi düzeylerde mevcut. Ancak bu dindar veya seküler cemaatçi tutum ve davranışları besleyen duygular, paylaştıkları ortak alanlardan biri olarak dinle doğrudan bağlantılı. Ne kadar sekülerleştiğimizi düşünürsek düşünelim, aslında dinlerle kurulmuş ve hep dönüşmüş olan zihinsel haritalar, kültürel ve duygusal sermayeler eşliğinde var olmaya devam ediyoruz. Tanrının yerine koyduğumuz “her şeye kadir” akılla, yeni modern tapınak ve ritüellerle, “günah” kelimesini kullanmıyor olsak bile, zamana uymamak, bilimsel olmamak, milliyetçi olmamak gibi “büyük yanlışlar” karşısında verilecek cezalardan korkuyoruz. Toplum tarafından dışlanmak, “hain” yaftasını yemek gibi…

Bu duyguları besleyen bir başka duygu alanı da erkeklik… Tarihin derinliklerinden gelen ataerkil yapılara bağlı olarak ve doğduğumuz andan itibaren, okulda, ergen çevrelerde, askerlikte öğrendiğimiz erkeklik söyleminin tasniflerine uygun olarak, başarılı olmak ya da başarısız olmaktan ve aşağılanmaktan çok korkmak, güç sahibi olmak gibi arzular, bu arzuları besleyen, bu arzulardan beslenen duygular bütün cemaatleri kuşatabiliyor.

Cemaatler, cinsiyetçilikle sosyalleştikleri için, ortalama erkek egemen düzenle ve “dinsel” söylemle sorunları olmadığı için, bu düzene dair çığlıkları duydukları zaman, hiç etkilenmiyor, hatta susturmaya çalışıyorlar. Ötekiler “ama o da o kadar açık giyinmeseymiş”, “gecenin o saatinde dışarı çıkılır mıymış” ya da “AKP konusunda / Gezi konusunda o tavrı almasaymış” şeklinde “günah işlemiş” biri olarak işaretlendilerse, tam anlamıyla sessizlik kanunu işletiliyor.

Bir bakıma, kazanmak ve kaybetmek ikilemi ve günaha girme korkusu bütün cemaatleri besleyen bir kesişim alanı sunuyor. Bu cemaatler, ötekilerin hep günah işlediklerini düşünüyorlar. Ve en çok korktukları şey de günah işleyenler tarafında olmak. Kuşkusuz hepsinin günahı farklı ama bütün günahların kumaşı aynı. Her iki takımın / cemaatin de kutsalları var; her iki takım da sadece “inanıyor”. Sorgulamaya ihtiyacı yok; her ikisi de diğer taraftan gelen alternatif düşünceleri, argümanları reddediyor. İkisi de özcü; ikisi için diğerleri neredeyse “doğuştan kötü”…

Sadece kendi cemaatinin yani yarım yamalak öğrendiği kadarıyla kendi dininin ya da kendi aklının haklı olduğuna iman etmek olarak özetleyebileceğimiz dogmatik bir düşünce yapısına karşı, aslında zihnimizin ve duygularımızın ufkunu açabileceğimiz imkânlar, gene toplumu kuran akıl ve duyguların alanında bulunuyor. 

Günahı değil “yas”ı düşünmek

Buna örnek olarak “travma” konusunu ele alabiliriz. Şimdiki toplumda, cemaatçi yapılar başkasının dile getirdiği acıyı duyamadığı gibi, başkasına ait olan ve derinlere inmiş travmaları da hissetmiyor, çünkü zihinsel konforunu bozmak istemiyor.

Fakat normal şartlarda, travmaları olan bir insan, eğer okuyan, düşünen, kendi üzerine düşünen bir insan ise, konuşuyor ve travmasıyla yüzleşip, onu aşıyor ve öfkesini bastırıyor. Peki, bu türden bir kültürel sermayeye ve toplumsal çevreye sahip olamayan, yaralarının üzerine gidemeyen insanlar ne yapacak? Travmalarından arınamayan insanların toplumda oynamaya devam edecekleri rol nasıl bir rol olacak? Yaralarıyla var olan bu insanlar toplumu yaralamayacak mı?

Şunu biliyoruz; travmayı aşmak için önce konuşmak ve travma yaşamış olan insana bunu söyleyebilme, dile getirebilme cesareti vermek gerekiyor. Ya da o insan o cesareti kendi kendine bulduğu zaman onu dinlemek asgari bir gereklilik içeriyor. Bu dinleme tanımayı, kabul etmeyi beraberinde getirmeli. Ancak bu tanıma ve saygı duymayla travma onarılabiliyor.

Eğer toplumda saatli bomba gibi varlığını sürdüren travmaları ortadan kaldırmak ve en azından kendimizi iyileştirmek gibi bir derdimiz varsa yüzleşmek şart görünüyor. Travma ve yüzleşme meselesi, aslında ölüm ve toplulukların ölüm karşısında aldığı tavırla birlikte düşünülebilir. Dünyanın her yerinde, insanlar bir yakınlarını kaybettikleri zaman, onun için cenaze töreni düzenlerler. Tarihin her çağında bu böyle oldu. İnsan topluluğu olmanın en önemli pratiklerinden biri ölüm karşısında alınan ortak tavırlardır. Ölenin yakınlarının yaslarını tutup, hayata devam edebilmeleri için, topluluk bir araya gelir, cenaze birlikte kaldırılır. Eğer bir kişi kayıpsa, ya da öldüğü bilinen kişinin cesedi yoksa, toplumu kuran bir pratik olarak cenaze yapılamıyorsa, toplum, özellikle kayıp insanın / ölenin yakınları için hayat adeta askıya alınır. Varlık hali de aksar… Ya da ölenin bedeni herkesin görebileceği bir yerde olsa bile, yani bedenin öldüğü görülse ve kabul edilse bile, eğer cenaze töreni yapılmıyorsa, yapılmasına izin verilmiyorsa, topluluğun geleneklerine uygun bir kabul edilmişlikle bir tören düzenlenmiyorsa, yani “ölüm tanınmıyorsa”, yani “yas” tutulamıyorsa, topluluk ya da ölenin yakınları için hayat askıya alınır. Bu askıda olma hali bitmez tükenmez bir azap halidir… Bu dünyada yaşanan bir cehennem halidir.

Bu yüzden toplum tarafından bireylerle, ailelerle, travması olan, ölüsü olan insanlarla birlikte yapılan ritüeller, tanıma ve törenlerle yas tutulur ve bu yas sayesinde travma ve ölüm aşılır.

Bu, bütün toplumlar için geçerlidir. Dini ya da seküler çok çeşitli kolektif ritüel ve törenlerle insanlar bir arada olmayı becermeye ve topluluklarını inşa etmeye çalışırlar. Bu her halükarda, binyıllardan beri süren dinlerin tezahürleridir. Geleneksel veya modern, her birey ve topluluk bir biçimde dinle hemhal olmuş ve içinden geçtikleri zamana eskiden beri gelen pratiklerini uyarlamışlardır. Ölenin arkasından yakınlarına söylenen “nur içinde yatsın” ya da “ışıklar içinde uyusun” cümleleri kolektif bir pratiğin kimlik vurgusu içeren basit farklı tezahürlerinden başka bir şey değildir.

İnsanlar sadece “kendi dinlerini” yaşadıkları zaman yani travmalarına, ölülerine ortak bir gözle bakmadıkları zaman toplum olmaları da mümkün değildir. Acılar ve travmalar karşısında ortak bir tanıma kültürü geliştiremedikleri sürece ve ölümler karşısında ortak yas tutamadıkları sürece toplum değil, ancak savaşan kabileler olabilirler. Bu kabilelerden birinin din-iman adına, diğerinin akıl-rasyonalite adına çok büyük laflar ederek konuşuyor olmalarının hiçbir anlamı yoktur. Sonuç olarak hepsi “kabiledir”; kendinden başkasını görme yeteneği ve fazileti olamayan cemaatlerdir.

Yaşadığımız toplum, birbirini duymayan bütün cemaatçi yarılmalara rağmen, el yordamıyla bir arada yaşamanın pratiklerine de sahne oluyor. Toplumun içinde, bütün cemaatçiliklerin ötesinde, bugün Ekrem İmamoğlu’nun vesile olduğu çok önemli bir tecrübe şekilleniyor.

Ekrem İmamoğlu’nun dile getirdiği söylem, siyasal cemaatlerle örtüşmüş dogmatik bir rasyonalite ya da dogmatik bir dinsellik yerine, sivil demokratik bir ahlak; başkasıyla birlikte, başkasının travmasına, diline açık bir siyaset tarzı sunuyor. Kuşkusuz, İmamoğlu’na oy veren insanlar, onun her dediğinin altına imza atarak oy vermediler. Aslında birçok insan, onun tam kendileri gibi olmadığını bilerek, bir tür “yetmez ama evet” oyu verdiler.

Ekrem İmamoğlu siyaset sahnesinde varlığını nasıl sürdürecek? Yarın öbür gün başkalarıyla ittifak yapar mı? Erdoğan gibi, sonunda onunla da hayal kırıklığı yaşanabilir mi? Bugün ona “yetmez ama evet” diyenlere de gene birileri düşman olur mu? Bu sorulara “günahlar” ve önyargılar eşliğinde şimdiden cevaplar yetiştirmeye gerek yok. Yeter ki, bu vesile birlikte iyileşmenin de vesilesi olsun.

Ancak her iki cemaatin çok bağıranları ötekiler hakkında nefret söylemi üretmeye devam ettikleri sürece, İmamoğlu ile ortaya çıkan, farklı cemaatler arasında iletişim kanalları açan duygu halinin yara alması ihtimal dahilinde görünüyor.

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.