01 Kasım 2015, Pazar

1 Kasım için savaş dilini durdurmak

Türkiye, kamusal siyasal alanın bütün ağırlığıyla bireylerin üzerine kâbus gibi çöktüğü bugünlere nasıl geldi?

Yakın geçmişe baktığımızda, bireyler ve toplumsal gruplar arasında giderek dozu artan gerilim ve kutuplaşmanın izlerini görebiliriz. Öncelikle Gezi direnişi, sonrasında 17-25 Aralık süreci, daha sonra Cumhurbaşkanlığı ve 7 Haziran seçimleri ve en sonunda da sona eren barış/çözüm süreci ve kurban verilen insan hayatları muhtemelen birbirlerine eklenip, bugünkü manzarayı ortaya çıkardı.

Ancak yaşadığımız bütün bu gerilimleri sadece geçtiğimiz iki senenin mühim olaylarına bağlamak çok doğru olmaz. Biraz mesafe alarak baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen her döneminde, tanımlanışları farklı olsa da, şimdikine benzer düşmanlıklarla konumlanan taraflar mevcut oldu. Türk ulus-devletinin kuruluşu ve daha sonraki devlet politikaları, siyasal kültürün gergin, kutuplaştırıcı ve travmatik olmasına neden oldu.

Dolayısıyla, bugün Türkiye’de kendini ifade etmeye çalışan toplumsal hareketler bu gergin siyasal kültürden bağımsız değiller. Kuşkusuz her hareket bir tür yenilenme getirse de, diğer yandan varolan siyasal kültürün izdüşümlerinden az veya çok etkilenebiliyorlar.

Toplumsal hareketler yenileniyor

Bütün dünyada olduğu gibi demokrasiyle ilgili beklentiler, temsil edilmeye çalışılan kimlikler ve tabii ki toplumsal hareketler birlikte değişiyor. 

Klasik sanayi toplumunda bir sınıf olarak işçi hareketleriyle demokrasi mücadelesi gelişti. İnsanlar kendilerini işçi sınıfı vasıtasıyla anlattılar. Ya da özellikle sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlık hareketleri ya da sadece bir kalkınma hareketi olarak ulusal hareketler ön plandaydı. Çünkü kalkınma, büyüme gibi kavramlar ve arzular bu toplumların temel parametreleriydi. Ancak bu klasik modern toplumların zihin dünyası değişti. Kapitalizm, refah devleti, ulus-devletler artık başka bir aşamaya vardı. Böyle bir yeni toplumda talepler de değişti. Örneğin daha önceleri ilerleme, rasyonelleşme adına bastırılan, asimile edilen kültürel kimlik talepleri insanların kendilerini “tamamlamak” için başvurdukları mücadele sebepleri oldu. Dünyada ve Türkiye’de İslami hareketler de, temel olarak, bu kimlik talebi etrafında şekillendi.

İşte burada siyasal kültürün etkisi karşımıza çıkıyor. İslami kültürel kimlik şemsiyesi altında kendilerini ifade eden toplumsal aktörler, kuşkusuz aynı zamanda sınıfsal çıkarlarıyla da motive olurken, Türkiye’nin devlet gölgeli gergin kültüründen beslendiler. Bu aktörler kültürel (İslami), ekonomik ve devletçi boyutları içeren bir çoğulluk içinde iktidara geldiler; daha doğrusu bu toplumsal tabanın ürettiği seçkinler ve etraflarında yarattıkları yeni bir zümre iktidara geldi ve devletleşti. . .

Ancak, özellikle Avrupa’nın 1968 sembolik tarihinden itibaren kültürel kimliklerle içiçe olmak üzere, başka bir tarzın daha paralel bir şekilde geliştiğini görüyoruz. Herhangi bir programa, lidere, tanıma sığmayan; çok daha esnek, melezlikler geliştiren hareketlere tanık oluyoruz.

Gezi protestoları da bir bakıma 68 metaforuyla anlaşılabilecek bir direniş oldu. İçine her şeyin (Kemalizm ve darbeciliğin bile) karıştığı, ancak otoriter modernleşmeci, maddi kapitalist hayatın gündelik baskısına karşı, kentsel dönüşüm adı altında kentlerin ve çevrenin yaşanamaz hale gelmesine karşı ortaya çıkmış bu hareket de tabii ki Türkiye’nin renklerinde gerçekleşti. “Her şeye hakim” bir Erdoğan figürüne karşı büyük ölçüde Erdoğan karşıtlığında “özgürlük ve demokrasi” talebini kendini ifade etti.

7 Haziran seçimlerine de Gezi’nin, 17-25 Aralık’ın ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tecrübeleri eşliğinde gelindi ve ortaya çıkan sonuç devletleşen bir AKP’ye karşı, toplumun yeni seslerinin ya da varolduğu halde bir türlü “tanınamayan” seslerinin Meclis’e taşındığı bir seçim oldu. Bu “tanıma” ve “taşınma”, istikrar takıntısına bağlı olarak, 12 Eylülcü darbecilerin ihdas ettiği yüzde 10’luk baraja rağmen gerçekleşti. Bu başarı, darbe yemiş bir kimliğin uzantısı bir parti olmasına rağmen, “muhafazakar demokrat” kimliğiyle bu barajdan rahatsız olmak yerine, bilakis değişmemesi için canla başla uğraşan bir AKP’ye rağmen sağlandı.

Bir bakıma, Gezi’den başlayan, ama Gezi ile sınırlı olmayan, Gezi’yi aşan, hatta Gezi’nin “darbeci” bileşenlerinden de sıyrılan bir siyasal damar gündeme girdi.

Dolayısıyla, Türkiye’de yüzyılı bulan ve her vesileyle yeniden üreyen siyasal kültüre rağmen, bu kültüre sıkışmışlıktan bahsedemeyiz. İnsanlar umutlarını kaybetmiş de değiller. Müslüman’ı, Sünni’si, Alevi’si seküleri, Kürt’ü, Çerkes’i, Türk’ü herkes elinden geldiği kadar kendi derdini anlatmaya çalışıyor. Yani herşeye rağmen Türkiye toplumunda güçlü bir sivil damar var ve unutmayalım ki, toplumların hareketinde yaratıcılığın sonu yoktur.

“Sağ”ın taşıdığı korku, “yeni”nin taşıdığı umut

AKP, iktidarını pekiştirdikçe, kendini yenileyemedi ve devletin, devletçi TC devletinin zihniyetini taşıyan bir parti haline geldi ve 7 Haziran seçimlerinde ciddi bir darbe yedi. Kuşkusuz AKP artık klasik bir sağ parti olarak belli bir seçmen kitlesine hitap etmeye devam ediyor ve 1 Kasım seçimlerinden de en yüksek oyu alma ihtimali çok yüksek. Kaldı ki, PKK şiddeti ve seferberlik, savaş söylemleriyle, şehitlerle birlikte milliyetçi bir atmosfer elle tutulur bir duygu hali üretiyor. Bu duygu halinin geleneksel bekçisi, korkunun partisi MHP’nin koalisyon konusunda yaptığı hatalar nedeniyle, avantaj AKP’ye geçiyor. AKP’nin bu alanda kullandığı tepe tepe hamaset eşliğinde -ve tabii ki 1 Kasım’a kadar devreye sokulacak taze cephaneler sayesinde- seçimlerde çok büyük kayıp vermeyeceği düşünülebilir.

Sağ bir parti olarak bugünkü koşullarda AKP hâlâ avantajlı görünüyor. Bir yandan kalkınmacı ideolojinin ürettiği bütün ikna teknolojileriyle, köprü, baraj, duble yol, havaalanı gibi üretim-tüketim sarmalının getirdiği modernist cila; sağlık gibi alanlarda sağlanmış olan “başarılar” ve diğer yandan, genel olarak güvensizlik zamanlarındayız. Farklılaşmanın, karmaşıklaşmanın, gelir adaletsizliğinin, toplumsal ve çevresel risklerin çok arttığı bir zaman dilimindeyiz. Yani hem kapitalizmin, neo-liberalizmin bütün bu yarattığı sorunlarla başetmek zorundayız hem de göçlerin, Doğu-Batı, Kuzey-Güney karşılaşmalarının çok yoğunlaştığı bir zamanda anlamakta, anlam vermekte zorlanıyoruz. Genelde sağ partiler, muhafazakarlık ve daha da özel olarak ırkçılık tam da bu güvensizlik hallerinden besleniyor.

Böyle bir zaman diliminde, sağcılar ve daha da çok ırkçılar asla anlayamadıkları, yabancılaştıkları bir dünyaya en kolay yoldan cevap vermeye çalışırken, yeni demokratik hareketler ve talepler de dünyanın en mükemmel programlarıyla ortaya çıkmıyorlar. Yani sağcılar bir “program” dahilinde riske karşı “düzen”i korurken, yeni talepleri olan, karmaşıklığın bizzat ürünü olan insanlar, gruplar ellerinden geldiği kadar somut talebi olmayan isyanlarla yeni bir demokrasiyi taşıyorlar.

Eski ya da yeni efendilerden kurtulmak

Türkiye’de toplum askeri vesayetten, bir “efendi”nin tahakkümünden, onun etrafında örülmüş bir tapınmadan çıkarken, kendine güveni de artıyor. Ancak bu bütün toplumsal kesimler arasında eşit ve homojen biçimde gelişen bir süreç değil; hepimiz demokrasiyi, mücadeleyi aynı şekilde öğrenmiyoruz. Öğrendiklerimiz ve tecrübelerimizle sivil toplumun güçlenmesinde rol alıyoruz. Bu farklı öğrenme süreçleri içinde tabii ki korkular da var ve eski efendinin getirdiği alışkanlıklardan kurtulmak kolay değil. Bu yüzden eski efendinin yerini “yeni efendiler” alıyor. Korkularımızı, güvensizliklerimizi bu yeni efendinin etrafında örülen ritüeller ve ayinlerle aşmaya çalışıyoruz.

Bugün Türkiye’de itiş kakış, kavga gürültü içinde demokrasisini arayan bir toplumdan bahsedebiliriz. Demokrasisini arayan ve hasbelkader ilerleten bir toplumun gene kendi içinden ürettiği, travmalardan beslenen, “iktidar için iktidar” arayan, mağdurlardan otoriter bir sınıf yaratan ve savaşla beslenen bir süreç var.

Buna karşı, bu toplumun toplamdaki birikimine bakmak faydalı olabilir. Michel de Certeau’nun deyimiyle, katılaşmış, herşeyi bildiğini iddia eden kibirli bir düzenin ve onunla örtüşen iktidar sahiplerinin sözüne karşı “yahu bu çok saçma!” duygusunu yaşatabilmek ve o hakim söyleme karşı, toplamda “sözü ele geçirmek” gerçek bir iddia olabilir.

İşte Gezi direnişi, HDP ve Selahattin Demirtaş vasıtasıyla dile gelmiş ve gelişmekte olan yeni bir dil, eğer 7 Haziran’dakine benzer bir biçimde, gerilimin ve eskinin diline düşmeden, güçlü bir şekilde kamusal alanda duyurulabilirse, “yeni bir hayat”ın olabileceğine dair çok önemli bir umut 1 Kasım seçimlerinde de elle tutulur bir hale gelebilecek.

 

 

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.