Image
2020 Ağustos

‘İçimde o trajik hikâyeye bir yatkınlık var’

‘Zabel’ adlı tiyatro oyununun hem metin yazarı hem yönetmeni hem de başrol oyuncusu Aysel Yıldırım’ın İKKD Seteney Kadın Çalışma Grubu’nda aramızda olduğunu, birçoğumuz, Yüksel Dinçer oyunu 21 Ocak Salı akşamı birlikte izlemeyi teklif ettiğinde öğrenmiştik. Muhalif Ermeni yazar, kadın hakları savunucusu Zabel Yesayan’ın yaşadıkları, o gece izleyenleri oldukça etkilemişti. Bu oyunla pek çok ödül kazanan sanatçıyla annesinin Samsun Çarşamba’daki köyündeyken internet aracılığıyla görüntülü sohbet ettik. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) Tiyatro grubunun kıdemli oyuncusu Yıldırım’ın 5 yaşındaki kızı Neris ile de bu vesileyle tanıştık.

Gül Yılmaz

 

-Aileden başlayalım mı…

-Babam Ubıh, annem Adığe. Samsun Çarşamba’da Melik Köyü’ndeyiz, annemin köyü. Bir Çerkes köyü burası. Hemen yanımızdaki İğnelik Köyü, anneannemin babasından almış ismini, İmalik… Yakında zamana kadar köyün girişindeki tabelada Adığe Xable yazılıydı, Kürtçe yer isimleri yasaklanınca onu da kaldırdılar. Babam ise Kavak’tan, Ubıh ama ben 20’li yaşlarda öğrendim Ubıh olduğumu, baba tarafından da Adığeyiz sanıyordum.

 

-Çocukluğunuz o bölgede mi geçti?

-İstanbul’da doğdum, büyüdüm, 16 yaşıma kadar İstanbul’daydım ama her yaz, her 15 tatil, bayram buradaydık, annemin köyünde. Babamın köyü göç vermiş çok; artık bir ev, hane yoktu, oraya kısa ziyaretler yapıp bütün tatillerimizi burada geçirirdik. Dolayısıyla burası hep bir yuvaydı. Anneannemin ve dedemin eviydi, onlar vefat edince de şu an açık yine, dayımlar oturuyorlar. Biz de bir ev yaptık.

 

Çok güzel bir köy… Geniş bahçeli güzel evler, güzel komşuluklar… Temelde bizim sülale zaten. Dedemin dedesi göçmüş buraya, onlara gösterilmiş buralar. Melik Köyü 70 hanelikse, 60 hane Çerkes, çoğu yakın/uzak akraba; bizim avlunun çevresi annemin kuzenleri, kuzenlerin çocukları ile çevrili. Herkes bir şekilde burayla bağlantısını koruyor. Almanya’ya gideni de var, İstanbul’da yaşayanı da, Samsun’da evi olup burada oturanı da, dört mevsim burada yaşayanı da... Annemler de Adapazarı’nda yaşıyorlardı aslında, buraya da ev yapınca altı ay burada, altı ay oradalar artık. Biz de çoluk çocuk, kardeşler -iki kardeşiz- geliyoruz.

 

Çerkes bir kadını oynamak istiyorum”

 

-Anadili öğrenme fırsatınız oldu mu?

Kulak dolgunluğum var sadece. İstanbul’da Bağlarbaşı Derneği’nde bir ay gidebildim kursa, iş yoğunluğu nedeniyle kaldı, “konuşamıyorum ama anlıyorum”! Annemler konuşurken içim gidiyor, çok güzel geliyor. Bu sıralar Almancamı ilerletiyorum, bir sonraki gündemimde anadili öğrenmek var.

 

-Anadilde oyun sahnelemeye dair bir hedefiniz var mı?

-Çerkes bir kadını oynamak istiyorum. Elif Yar’ı tanırsınız belki avukat, onunla senelere dayalı dostluğumuz var, Kafkasya Forumu’nda tanışmıştık, hâlâ çok yakın arkadaşız. O Mihri’nin hikâyesini okumuş, benimle de paylaştı, birlikte onun hayat hikâyesi üzerinden bir şeyler yapmak istiyoruz.

 

-Ezel Akay’la da ‘Lal Hayal’ oyununu birlikte yönettiniz, nasıldı birlikte çalışmak?

-Çok donanımlı, çok keyifli, çok üretken bir insan. Biz de iyi anlaştık. O hem bir sinemacı hem tiyatro kökenli, tabii senelerin deneyimi de var… Ben ‘Lâl Hayal’in ilk anından itibaren içindeydim, oyunu Sevilay Saral yazdı, senelerdir birlikte çalıştığım ustam, o çağırmıştı beni projeye. Songül Öden ve Diler Özer’le de çok özel bir dostluğumuz var; kadınlar olarak başladık çalışmaya. Ezel Akay sonradan eklendi ama o da çok güzel bir evren kurdu oyunun hikâyesi için.

 

-Gerçeküstücü gibi değil mi…

-Ezel Akay gerçekle bağlantısını çok kolay koparıp o bağlantıyı tekrar kolaylıkla kurabiliyor; rejisinden bahsediyorum. Filmleri de öyledir ya… O da Boğaziçi Üniversitesi oyuncuları kökenli. Arada Kuzey Kafkasyalı muhabbetlerimizi de yaptık…

 

"Dansa her çıkışımda ayaklarımın yerden kesildiğini hatırlıyorum”

 

-Zexes’lere katıldınız mı; çünkü orada da aslında bir anlamda oynar, bir şeyleri canlandırır katılanlar, oyunların teatral bir havası vardır, insanlar çok hazırcevaptır. O ortamda bulundunuz mu, oyunculuğunuza katkısı oldu mu?

-Düğünleri küçükken pek sevmezdim, silah atılması irite ederdi ama özellikle dans ve müzik de eşit derecede büyüleyiciydi. Dansa her çıkmamda kalbimin küt küt attığını, ayaklarımın yerden kesildiğini hatırlıyorum. O sahne alma hali, ikili dans (wuıc) çok ayrı; oyuncu oldum, kaç defa sahneye çıktım ama dansa çıkarken hâlâ eşi benzeri olmayan bir heyecan basıyor.

Düğünlerde yahut İstanbul’da Kuzey Kafkasyalı dostlarımızla bir araya geldiğimizde, zexes yahut zexes’e muadil, sabahlara kadar süren sohbetler çok değerli tabii. Örneğin Kafkasya Forumu’yla çalıştım bir dönem; siyasi bir oluşumdu, bir dergi çıkarılıyordu ama çalışma gruplarında da, masa başı mesailerde de, hep o Kuzey Kafkasyalı üslup içerisinde sohbet hatta zexes havasında çalışıyorduk diyebilirim. Bir türlü bozulamayan, zaman kısıtı olmasa sabaha kadar devam edecek o muhabbet çemberi… O çember çok şey kattı tabii, o muhabbet kültürü, saygı, sevgi… İnsanlarla bağlantınız kopsa da, o deneyimle bağlantınız kopmuyor.

 

"Kadının duruşundaki gücü daha sonra fark ettim”

 

-Bir tiyatrocu olarak dışarıdan topluma baktığınızda toplumsal cinsiyet yönünden danslardaki kadın-erkek rollerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Ben tiyatrocuyum, son derece amatör dans da ediyorum, o manada eleştirmek çok haddime değil tabii ama başlarda hep erkek danslarının daha güçlü olduğunu hissederdim. Oyuncu olunca tabii, bu kadar virtüoziteye dayalı olması, o numaralar çok cazip. Kadının duruşundaki gücü fark etmem biraz daha sonra oldu. Varyasyonları daha az ya kadın partisyonlarının, en azından Adığe danslarında… Bir kaçan-kovalayan durumu var; etki veren erkek, tepki veren kadın. Kaçan kadın, kovalayan erkek gibi… Birtakım geleneksel roller tekrar üretiliyor. Özellikle feminizmle ilk tanıştığım, okuduğum ettiğim sıralarda bunu yadırgadım, normal de yadırgamam. Ama sonra kadının duruşundaki o kontrol ve gücün de bambaşka bir virtüozite olduğunu fark ettim. Fark ettirmeden çok zor bir şey yapıyor kadın dansçı ve çok estetik. Kamusal alanda bir varlığı var kadının aynı zamanda; bu anlamda geleneksel kadar modern kadına da refere ediyor. Sonra çok iyi kadın dansçıları ve onların çok iyi toplu mizansen/ danslarını görünce, en az erkek dansları kadar etkileyici olduğunu fark ettim. Gerçi kadın vs. erkek kodlarının, toplumsal cinsiyetin bu kadar net biçimde ayrıştığı her yerde sorun görürüm, akışkanlıktan yanayım, ama belki de Çerkeslikten zihnim Kuzey Kafkasya danslarını kayırıyor sanırım.

Bizim topluluğumuzda da BGST’de, Kardeş Türküler çeşitli zamanlarda Kuzey Kafkasya dillerinden şarkılar söyledi, Çerkes dostlarımızla çalışarak, birlikte davranarak. Dansçılarımızdan Banu Açıkdeniz -kendisi Çerkes değil ama Çerkes danslarını çalışmıştı- bir uyarlama yaptı. Çok güzel yorumlar çıktı.

 

"Toplumsal hareket güçlendikçe başkalarının da hareketi haline geliyor”

 

-Evet, şarkılarımız Kardeş Türküler’in repertuvarına grubun kuruluşunu izleyenler yıllarda girdi…

-O sanırım biraz şununla alakalı; Çerkesler kamusal dışa dönük bir duruş sergiledikçe o hatta başka toplumsal hareketlerle birleşiyor. Mesela 2000’lerin başında Çerkeslerin anadil talebi çok önemli; Kürtlerle birlikte Çerkesler anadil kampanyasının en güçlü bileşenlerinden biriydi ve kamusal alandaki o güçlü duruş bence çok esin vericiydi, Kardeş Türküler’e de esin verdi. Kamusal alanda bir söz üreten, varlık üreten, kendi içine kapalı güçlü bir yapıdan da çıkıp bu enerjiyi, bu çeşitliliği, zenginliği yayan bir şey yaptığımızda sesimizi duyurduk. Kültür sanat alanında da güzel ürünler verilmeye başladı hem Çerkesler tarafından hem çokkültürlü, kültürel çoğulcu yapıda çalışmalar yürüten insanlar, yapılar tarafından. Aslında Zabel Yesayan da benzer bir şekilde çıktı. Bizim tiyatro topluluğumuzda sadece bir Ermeni arkadaş var ama ‘Zabel Yesayan’ Aras Yayınları tarafından çevrilmeye ve tanınmaya, Ermeniler tarafından o güçlü sesi duyulmaya başladığında bizim de konumuz haline geldi… Çerkesçe parçalar, Çeçence parçalar… Oradaki o hareket, yani toplumsal hareket güçlendikçe ve sesini duyurdukça başkalarının da hareketi haline geliyor.

 

-Zabel’in yaşamöyküsünü oyunlaştırdığınız kitapta sizin ve Duygu Dalyanoğlu’nun imzası var…

-Evet, Zabel adlı oyunun metni basıldı. Bu oyunu Zabel Yesayan’ın hayat hikâyesi, eserleri ve döneminden, ilk Ermeni feminist kadınların hikâyelerinden esinlenerek oluşturduk. Hatta bu oyuna bir yönüyle ‘belgesel oyun’ diyebiliriz. Tabii ki pek çok şeyi de kurguladık ve Zabel Yesayan’ın bütün hayat hikâyesini konu edinen bir oyun metni oluşturduk, topluluğumuzla birlikte sahneledik.

 

"Zabel’i sadece bir Ermeni kadın hikâyesi olarak oynamadığımı hissediyorum”

 

 

-Neden Zabel? Azınlık olması, muhalif ve feminist olması yeterli olmakla birlikte sizin kişisel (örneğin çocukluğunuzda çok sevdiğiniz Ermeni, Rum komşular, daha sonra ötekileştirilmiş olmanın getirdiği zorlukları fark ettiğinizde o komşularınızla empati kurmanız vb.) bir nedeniniz var mıydı?

Bu empati duygum nereden geliyor diye düşününce gerçekten bir sürü şey buldum kendi kişisel tarihimde bile. Doğduğumda ağır bronşitle doğmuşum ve annem beni ballı sütle tedavi etmiş; sütçüm Ermeniymiş, ismi Agop. Aynı sebepten, çok fazla doktor ziyareti yapıyormuşuz, doktorum da Ermeniymiş, Bedros’muş adı. Annemden isimlerini tekrar hatırlatmasını istedim. Böyle bakınca hayatımın ilk yıllarına damgasını vuran, hayatımı kurtaran iki şahsiyet Ermeni.

 

Ermenilerle empatimizin yüksek seyretmesinin, kişisel tarihimizden kaynaklı başka nedenleri de var. Geçen gün teyzem ve annemle de sohbet ederken geçti, biz de sonuçta Çerkesiz, sürgün, soykırım gibi çok ortaklaşan deneyimler var... Zabel Yesayan’ın hikâyesini sadece bir Ermeni kadın hikâyesi olarak oynamadığımı hissediyorum ondan sebep. O akşam Seteney Kadın Çalışma grubuyla gelen kadın, erkek dostlarımız oyun sonrasında ayaküstü söyleşirken “Zabel Ermeni bir kadın ama oyunda soykırım, sürgün, anadil vurgularını duyduk hep, bu yüzden Zabel’de biz bir Çerkes kadınını da gördük aynı zamanda, kalbimize vurdu bütün o söylediklerin” dediler. Çok şaşırdım, çünkü ben de, belki o akşam soydaşlarımın da kalabalık bir biçimde salonda bulunmaları nedeniyle daha da güçlü bir hissiyatla, bu duygularla oynuyorum Zabel’i. Diğer yandan bir Çerkes kadını olarak sürgünü yaşamadım, kuşaklar önce yaşanmış ama bize aktarılmış bu duygu.

 

Dedemin dedesi yaşamış sürgünü, onlar sürülmüşler Samsun’a. Dedem anlatırdı belli hikâyeler küçüklükten… Dedem imamdı ve çok iyi bir insandı, dünyanın en iyi insanlarından biridir hâlâ benim gözümde. Uzanırdım yanına, saatlerce hikâyeler anlatırdı. Anlattıklarından biri mesela askerlik anısı. Artık Sarıkamış’ta mı nerede bilmiyorum, askerdeyken komutan bir ere, bir nehir var, “Nehirden geçebilirsin, ülkene gidebilirsin” diyor, öbür taraf Ermenistan, anavatanı. Er büyük bir hevesle atlıyor nehre ve vuruyorlar askeri, dedemin gözü önünde; çok üzülüyor. “Bunu düşündüğümde hep kahrolurum” derdi dedem. Diğer yandan, Samsun, Karadeniz çok fazla Ermeninin, Rumun katledildiği bölgeler. Hep anlatılırdı, babamın tarafında, Kavak’ta askerler at üstünde çok Rum vurmuşlar. Eşimin, İlker’in tarafında Topal Osman’lar, Rumları katletmesiyle övünülen gâvur kesenler var. Bunlar hep kahredici hikâyeler olarak anlatılırdı.

 

E, biz de Çerkesiz; soykırım nedeniyle başka bir yoksulluk ve yoksunluğun içinden çıkıp gelmişiz. Dedeler zaten çok erken ölmüşler, dedemin dedesi, dedemin babası... Dedem küçücük yaşta yetim ve öksüz kalmış, bütün o yokluk hikâyeleri içerisinde o duygusallık, melankoli hep aktarılarak bize geçiyor bence, tıpkı Ermenilerde de kuşaktan kuşağa o 1915 hikâyesinin aktarıldığı gibi. Biz de 1864’ü ve sürgünü, soykırım hafızasını hep aktarıyoruz. Teyzem, annem sohbet ederken hep ahlanıp vahlanarak anlatıyorlar ve benim de içimde o trajediye, o trajik hikâyeye, melankoliye bir yatkınlık var. Bence o yüzden empati duygumuz çok yüksek Ermenilerle. Bu topraklarda aynı şekilde göçü, sürgünü yaşamış insanların torunları olarak…

 

Mülteci toplum olmak, burada konuk olmak, Ermenilerin anavatanından sürülmüş olması, bunlar hep bir yerlerde kesişiyor. Neden Zabel Yesayan sorusuna, bunun çok ötesinde Zabel’in karakteri nedeniyle diye cevap verebilirim tabii. Zabel Yesayan’ı 2010 yılında Kadın Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisans yaparken “Bir Adalet Feryadı” kitabında (Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar) okumuştum ve çok çarpmıştı beni Zabel. Feministim, yüz yıl evvelinden bir feminist kadının köşe yazılarını okuyorum ve sanki yanımda birisi, bugünden, hem de çok karizma birisi, bir kadın konuşuyor gibi… Yüz yıl sonrasından çok taze bir soluk gibi gelmişti Zabel’in sesi. En temelde bu nedenle sahneledik Zabel’i.

 

"Umut ve hakikat duygusundan kopmayalım”

 

-Nisan ve mayıs, sürgün ve soykırımların yıldönümleriydi. Jıneps de “Yüzleşmek özgürleştirir” başlığıyla çıktı mayısta. Zabel de hem bir sürgün hem de bir kadın hikâyesi. Feminist yazar Madam Sırpuhi Düsap, “Hürriyete açılan bütün yollar kadına kapalı. Bu yolda sizi defne yaprakları değil dikenler bekliyor olacak” diyor Zabel’e. Sizin hikâyenizde kadın olmak, bir Çerkes kadını olmak ne tür zorluklar getirdi?

-Çerkes olduğumuz için biz hep gurur duyarız ya, pek çok Çerkes arkadaşım da “Çerkesim” derken ben bu duyguyu görüyorum. Bir azınlık da olsak kimliğimize dönük öyle bir özgüvenle, değer duygusuyla yetiştirilmişiz demek ki… Ama bunun yanı sıra biraz önce bahsettiğim o melankoli, o acı duygusu, misafir toplum hissi de var tabii.

 

Bunlar birbirine karışarak benim hikâyemi de oluşturuyor. Bunun bana bir zorluk olarak yansıdığını hiç düşünmemiştim; aksine, etrafımda hep beni güçlendiren kadınlar… Belki de bizim kuşağın özelliği; annelerimiz kendi hikâyelerinden farklı olarak bizim okumamızı, güçlü olmamızı, kendi ayaklarımızın üzerinde durmamızı istediler. Diğer yandan bu acı ve melankoli duygusunun hem bir güçsüzlük hem de bir güç olduğunu düşünüyorum. Özellikle bir sanatçı olarak beni çok beslediğini düşünüyorum; bir şeylerle empati kurma gücünü, bir şeylere direnme gücünü yükseltiyor insanın.

 

Hikâyenin bilinmesini istiyorsun ve o hikâyeyi anlatıyorsun, Ermenilerin, Çerkeslerin… Bunları anlatmak yüzleştiriyor gerçekten; o acıdan da doğru konuşsan, hakikati anlattığın için, insanlar onu reddedemiyor ve yüzleşmelerini sağlıyorsun. Zabel Yesayan’ın hikâyesinde de bu böyle işliyor bence… Yeter ki sonunda umut olsun! O umut ve hakikat duygusundan kopmayalım. Çerkesler için de böyle! O acıyı unutmamak ama o melankoli duygusuna sarılmamak… 150 yıl da geçse aradan, 200 yıl da geçse, bu gerçek bilinsin ama umutla bakalım geleceğe; çünkü onlar yüzleştiğinde, herkes yüzleştiğinde güçleneceğiz. Hatırlamak güçlendirecek bizi.

 

Zabel’in final tiradında da bunu yaptık; kadın karanlıkla savaşıyor, ömür boyu… Ve ömrünün sonunda karanlığa hapsediliyor; hapiste ölüyor. Ama o karanlığa çok fazla kayıp verdirtiyor. Bu yüzden ona o gücü veren geçmişine minnet duygusuyla bitirdik oyunu ve umutla. Ölüme giderken bile. İnsanlara sadece travmayı değil, umudu ve direnç duygusunu da aktarmak istedik. Çerkesler de bunu yaptıkları oranda bence güçlü kalacaklar. Çocuklarımıza sadece bu travmayı aktarmayacağız yani…

 

-Bir söyleşinizde ailenizin ilk başta konservatuvara dahi gitmenizi istemediğinden söz etmişsiniz. Bu Çerkes olmanın etkisi mi yoksa herhangi bir ailede de böyle bir tepki gelişir miydi?

-Bizim ailede tersine taklit, anlatıcılık çok güçlü, çok tiyatrocu var, belki de Çerkeslikten, çok muhabbetçi bir kültür sonuçta. Teyzem, babam, yengem, etrafımda çok iyi taklitçiler ve çok iyi anlatıcılar var. Ama bir meslek olarak bunu seçme noktasında karşı çıkmaları, ülkenin de gerçeklerinden kaynaklanıyordu belki de; geçinemeyeceğimi düşünüyorlardı. Özellikle bir kız çocuğu, “kendi ayakları üzerinde durabilmesi lazım, dersleri de çok iyi, mühendis olabilir, doktor olabilir, neden tiyatrocu olsun” gibi bir çekince vardı. Sonuçta onlar da ebeveyn ve onların da işi bu, bizim adımıza bu tür şeyleri dert etmek ve müdahale hakları var, sonuçta bir yönlendirme yapmaları gerekiyor, yeter ki boğucu bir duruma dönüşmesin o ilişki. Bizde büyük ölçüde annem sayesinde dönüşmedi ve ben özgür, kendi seçimimi yapabilir bir noktaya geldim.

 

-Zabel hem Ermeni, hem aydın hem de kadın. Üçü de tek başına bile taşınması zor kimlikler gibi gözüküyor. Siz aydın bir Çerkes kadını olarak bu konuda neler söylemek istersiniz, sizce hangisi daha zor?

-En zoru Ermeni olmak bence... Zabel 1915’i yaşamış bir Ermeni olarak, felaketin içinden geçmiş. Sonra kadın olmak zor… Zabel kendi bu ayrımcılığı çok fazla hissetmemiş olabilir çünkü Osmanlı kadınları arasında üniversiteye gönderilen ilk Ermeni kadın, Sorbonne’da okumuş, çok desteklenmiş bu anlamda, özellikle babası tarafından. Ama etrafındaki kadınlardan çok gözlemi var ayrımcılığa dair. Sonra kendisini de zorluyor ataerkil yapı, militarizm ve milliyetçilikle kol kola. Ama Zabel bu zorlukları, hem yetiştirilme biçiminin hem kendi kişisel özelliklerinin de verdiği güçle aşıyor. Yani aydın kimliği onun bütün bunları yapabilmesi, o eserleri verebilmesi, o kadınların hikâyelerini anlatabilmesini sağlıyor.

 

Ben bir aydın Çerkes kadını olarak ne söyleyebilirim? Boğaziçi Üniversitesi mezunuyum, iki yabancı dil biliyorum, tiyatro eğitimi alabildim, benim adıma, benim yerime bu eğitimleri alamayan insanlar yerine o konumları işgal ettim; o da insanda bir sorumluluk duygusu yaratıyor, “aydın sorumluluğu” dediğimiz şey. Taşınması zor bir yük. Şanslıyım ki mesleğimi çok seviyorum... O sorumluluğun altında ezilmeden işimi, eylemimi yapıyorum… Zabel de bunun altında ezilmemiş; hem mayası, eğitimi, tedrisatı hem de karakteri, adalet duygusu çok güçlü.

 

Bir arkadaşımız Ermeniceden çevirmişti bir mektubunu… 1915 yaklaşıyor, bir gazetede buluşuyorlar Krikor Zohrab’ların da olduğu bir gazetenin bürosunda… “Artık geliyordu, kapımızdaydı soykırım”, diyor. Her zaman çok olumlu olan insanlar bile karardı, karardık. Ben dışarıya çıktım, yolda yürürken yüzüme bir rüzgâr esti ve bir yaşam azmi geldi” diyor. Bütün o olumsuzlukların, ateşin içinde yürürken, bir yaşam enerjisiyle çıkıyor kadın, yürüyor, her zaman o yaşam enerjisini buluyor. Onu da gerçekten Ermeni, kadın bir aydın olmasına borçlu ve çok güzel şeyler bırakmış bugüne…

 

-YouTube kanalından bir hafta boyunca yayımlanan, Sevilay Saral’ın kaleme aldığı ‘İzolasyon Monologları’nı izledik. Rejisini üstlendiğiniz ve aralarında sizin de yer aldığınız 7 kadın oyuncunun canlandırdığı ve yayımlandığı günün adını taşıyan kadınların öyküleriydi. Çok başarılıydı, öncelikle tebrik ediyoruz. İzleyici tepkileri nasıldı?

-Gerçeklik duygusu çok baskındı; gelen tepkilerden, özellikle bizi tanımayan insanların, her birimizi gerçekten canlandırdığımız insanlar konuşuyormuş gibi hissetmesi… O gerçek hisle yazıldı ve oynandı; buna dair çok övgü aldık. Dolayısıyla bir anlamda tercüman olmak gibiydi…

 

Yine empati duygusuna döneceğim… Çok kapandığımız bir dönemde, “Ne yapacağım ben, nasıl çıkacağız bu işin içinden, sağlığımızı, geçimimizi, evimizi barkımızı kaybedecek miyiz, ölecek miyiz, yakınlarımızı koruyabilecek miyiz” türü kaygılarımız tavan yapmışken, birden böyle dışarı bakmak, etrafımızdaki duvarların ötesine… Başka hikâyeleri, insanların nasıl yaşadığını öğrenmek... Bir tek sen değil, bütün dünya bunu yaşıyor, kendi içine gömülme… Etrafına baktığın zaman paniğin hafifliyor. Bir empati duygusu, hümaniter bir duygu ve dayanışma duygusu oluşuyor. Bu hikâyeleri anlattıkça da öyle bir ferahlık duygusu… Hem dinlemek hem anlatmak, sanatçıya da iyi geliyor, dinleyene de iyi geliyor gibi hissettim ben, o yüzden içinde olmaktan, üretmekten çok keyif aldım.

 

"Bir meslek birliğimiz, bir tüzelkişiliğimiz yok”

 

-Sansür, ifade özgürlüğünün olmaması, engellemeler basında, sanatta, sosyal medyada, hayatın her alanında söz konusu. Örneğin gazeteciler en az örgütlü kesimlerden biri. Tiyatrocular için durum nedir?

-Tiyatrocular da öyle. Bir meslek birliğimiz yok, derneğimiz bile yok, bir tüzelkişiliğimiz aslında yok. Hukuk önünde haklarımızı, varlığımızı koruyacak bir yapıya ihtiyacımız var çünkü oralara saldırılıyor. İfade özgürlüğü, sansür, bunlar özlük, kişilik haklarıyla ilgili şeyler. Ekonomik olarak da çok gerideyiz… Bir tiyatro yıllık kazancının yüzde 40’ını devlete vergi olarak ödüyor. Böyle bir dönemde bu katkımızın bize geri verilmesi lazım. Gelişmiş ülkeler, sosyal demokrasinin biraz daha yaygın olduğu ülkeler bu desteği sunuyor sanatçılarına.

Bir kültür sanat politikasının olmaması çok şaşırtıcı değil, daha evvelki iktidarlarda da yoktu zaten. Ama böyle bir dönemde “para yok” diye gelinmesi insanı karartıyor gerçekten ve bunun karşısında da güçlü bir örgütlülük gerekiyor. Pandemi dönemi bize bunu artık bütün çıplaklığıyla gösterdi. Çok net bir şekilde bir tiyatro yasasına ihtiyacımız olduğunu gördük. “Tiyatromuz Yaşasın” kampanyasında da belirtilen 7 talepten en güçlüsü bu. Tiyatro ticari bir faaliyet olarak görülmemeli; tiyatro kamusal bir yarar üretiyor. Vergi borçlarının sadece ötelenmesi değil, silinmesi gerekiyor. Ve benzeri… Kampanyada sayılan yedi talebin altında imzamız var. Kampanya seyircinin desteğine açıldı, büyük destek gördü, daha da büyümeli destek.

 

"Pandemi öncesi sistemde ne kadar mutsuz olduğumuzu bu kadar açık görmemiştik”

 

-Salgın sonrası için daha eşitlikçi, daha sürdürülebilir, daha özgür bir dünya öngörenlerin yanı sıra tam tersine otoriter, kontrolcü, nefes aldırmayan yönetimlerin hâkim olduğu bir dünya çizenler de var. Sizce neler bekliyor bizi?

-Güzel bir söz vardı, bir sistemik kriz olan geçiş dönemlerinde, çatallanma dönemlerinde ortalıkta ne tür söylemler mevcutsa, onlar kullanıma girer, diye. Tabii devletler kendi eğilimlerini güçlendirerek, otoriter devletler daha da otoriterleşerek, izolasyonistçi milliyetçiler daha da izole olarak çözümler bulmaya çalışacaklar. Ama halk, ayaktakımı, yani bizler ne yapacağız? Ne tür söylemleri güçlendireceğiz? Pandemi öncesi, bu sistemde ne kadar mutsuz olduğumuzu bu kadar açık görmemişiz; virüs dünya çapında ekonomik, sosyal bir krizi tetikledi. Ekolojiyi ne kadar tahrip ediyormuşuz görmemişiz. Hem ne kadar koşuyormuşuz durmaksızın, bütün bunları gördük, unutmamalıyız ve alternatif bir dünya kurabilmek adına hareket edebilmeye başlamamız gerekiyor. Ama akılcı, hümaniter yollarla.

 

- Tiyatro izleyicisi ne yapabilir tiyatro için?

-Diğer pek çok sektör gibi tiyatrocular da çok zor bir dönem yaşıyor; seyirci sevdiği tiyatrocuları unutmamalı, yapabildiği noktada desteklemeli. Çünkü bu geçici bir süreç ama bazı tiyatrolar için geri dönülmez sonuçları olacak; belki pek çok tiyatro kapanacak ama sonra başka şekilde yeniden yeşerecek her şey, seyirciyle.

 

-Jıneps okurları adına çok teşekkür ederiz bu güzel söyleşi için.

 

Tiyatroların devletten destek taleplerini içeren metni imzalayabilirsiniz:

http://www. tiyatromuzyasasin.com/

 

Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu oyunu ‘Zabel’ ve ‘Lal Hayal’ın yanı sıra çok sayıda oyunu izleyebilirsiniz:

https://tiyatrolar.tv

 

Dayanışmanın 100’ü Şiir Platformu’ndan sanatçıların seslendirdiği şiirleri dinleyebilir, destek olabilirsiniz:

https://dayanismanin100usiir. org/