Image
2020 Nisan

‘Hepimiz birer Orpheus olduk, dönüp Eurydike’e bakmaktan imtina ediyoruz’

Tarih içinde pek talihsiz doğum yılları var. Misalen; 1880, doğmak için, tüm coğrafyalarda, çok kötü bir yıl.

A. Selman Büyükgüngör

Tarih içinde pek talihsiz doğum yılları var. Misalen; 1880, doğmak için, tüm coğrafyalarda, çok kötü bir yıl. 65 yıl yaşayanın görmeyeceği rezalet, sefalet yok. Başka bir misal olarak Kafkasya için 1840 korkunç bir doğum yılı olmalı. Fakat 1946 bunlardan biri değil. 73 yıl yaşayıp 2019’da vefat eden biri, çoğu coğrafyada -Kafkasya istisna sayılabilir- insanlık tarihinin en müreffeh, en dertsiz tasasız dönemini yaşamış olabilir. Geldiniz gördünüz ki 2020 yılı bu yüksek refaha bir virgül işlevi taşıyor şimdilik. Yaşadığımız coğrafyada 100 yıl önce İngiliz askeriyle muhatap olmamak için evden çıkamazken; şimdi, ne kadar çok istesek de, birbirimizle muhatap olmamak için çıkamıyoruz. Hepimiz birer Orpheus olduk, dönüp Eurydike’e bakmaktan imtina ediyoruz. O mitin sonu da malum, ders almakta fayda var.

Az önce 2020 yılının yüksek refaha bir virgül olduğunu iddia etmiş olsam da şimdi bir şerh düşesim var: nominal olarak hâlâ bugünlerimizden müreffeh çok az zaman var tarihte. Mesela Orpheus’un bu hikâyesinin devamını bilmiyoruz ama muhtemelen Eurydike’i de kaybettikten sonra yoğun bir can sıkıntısı yaşamıştır. Bu noktada hâlâ şanslıyız çünkü Eurydike’e bakamıyorsak bakabileceğimiz birçok şey var. Orpheus lir çalan bir ozandı, oyalanacak bir şey bulamadığında yeni bir enstrüman öğrenmeye kalksa, o dönem pek alternatifi yoktu. Dil öğreneyim dese ne öğrenecek ki? Ölüler diyarındaki Eurydike ile görüntülü konuşmaya da dönemin tanrı sultasının izin vermesine ihtimal vermiyorum. Sinema deseniz zaten hak getire.

Konuyu buraya getirene kadar haddimden fazla uzattım çünkü boş zamanım var. E okuyucuların da var, çalışmak zorunda olanlar dışında, bütün gün evdesiniz zaten. Yine de bunu okumaktansa yapabileceğiniz daha faydalı birkaç milyon iş sayabilirim ama şimdilik sadece film sayacağım. Aslında isteğim kuru kuruya film listesi vermek değil. Mümkün olduğunca “sanat sineması”na kanınızı ısıtacak filmleri mevzubahis etmek istiyorum. Yeni bir zevk kazanmak için taze emekli olunan dönemden daha uygun bir zaman varsa o da bu dönemdir zannederim. Bu sebeple mümkün olduğunca kolay izlenir filmler seçmeye çalışacağım. Hatta girişi bu kadar uzatmasaydım yazının sonunda zevkinize uygun film bulmak hakkında birkaç ipucu verecektim ancak bu günler geçsin de onları da yüz yüze veririm artık. Halihazırda bu zevke sahipseniz de, denk gelip izleyemediyseniz naçizane öneriler olabilir sizin için.

Ta’m-e Guilass - 1997

Abbas Kiyarüstemi vefat ettiğinde taziye mesajları almıştım. Sinemayı sevmemde belki de en büyük pay Abbas Bey’de ve özellikle bu filmde. “Canının kıymeti kalmayan bir adamın sağda solda gezmesini anlatıyor” diye özetlesem çok da itiraz edilmez diye umuyorum. Yalnızca hikâyesi yeterince doyurucu olsa da ölüm-yaşam, ümit-ümitsizlik, dünya-hayat gibi ikilemlere; yalnızlık, güven gibi olgulara dokunuşundan da nasip alınırsa hem kirazların tadını hem de sanat sinemasını bırakmamak adına canımızın kıymetini hatırlatabilir.

The Search - 2014

Yazının başında Kafkasya’yı müreffeh dönemden istisna tutmama sebep olan bir dönem üzerinden çok fazla şeye değiniyor Michel Hazanavicius. Ana karakterlerimiz; 1999’da Çeçenya’da savaş yetimi bir çocuk, insan hakları savunucusu Fransız bir kadın, mecburi asker bir Rus genç. “İnsandaki yıkıcılığın kökenleri”ne, Avrupa devletlerinin aymazlığına, sahipsizliğe ve sahip çıkmayı kimlerden beklediğimize dair uzun uzun konuşulabilir filmden sonra. Daymohk ve Bee Gees’in aynı sebeple tüyler ürpertmesi de ayrıca enteresan.

Djam - 2017

Film önerme konusundaki derdimi, izlediğim günden beri ortadan kaldırmış olması dolayısıyla bendeki yeri ayrı bir film. Tony Gatlif sürgünlük, vatan, bağlılık gibi konulara kafa yoran bir auteur ama neşesinden de taviz vermiyor. Kafkasyalı olabilir. Klasik bir drama yapısından uzak, hayatın lüzumsuzluklarına açık bir İstanbul-Midilli yolculuğu müddetince birkaç tokat yiyoruz ama film bittiğinde o yola çıkmak istemekten başka bir çare bırakmıyor film. Yine de şu ara çıkmamakta fayda var, başrolün ağzından dinlediğimiz şarkılarla idare edebiliriz.

A Hidden Life - 2019

Listenin kalanına göre daha zor izlenebilir ama tartışmasız bir başyapıt. Ki ben tartışmayı severim. Terrence Malick yaşama, yaşamın doğasına ve kıymetine bakış açısıyla akıl almaz bir yönetmen. İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler’e bağlılık yemini etmek istemeyen bir köylünün hikâyesinin yanı sıra tüm bir anlatım tarzı ile çok şey öğretiyor ve biraz da düşündürüyor.

Monologue - 2018

Abhaz yönetmen Otto Lakoba, toplumun ve kendilerinin iyiliği için duvarların arkasında olan insanlar gösteriyor bize. Bu siyah-beyaz, kısa belgeseli izlerken akıl hastalarının ruminatif düşüncelerinden hikâyelerine dair ipuçları çıkarmak gerçek bir drama egzersizi oluyor. Lakoba, fotoğrafçı kimliğiyle akıl hastanesinin tekinsiz havasını da çok iyi yansıtıyor.

Vakit bol ama sayfa dar. Bu filmlerin sanat sinemasına yakınlaşmanıza yardımcı olacağını umuyorum. İzlemeye devam etmek isterseniz bir liste daha bırakıyorum buralara. Bunun yanı sıra dünyanın en büyük belgesel film festivali IDFA’nın arşivinin bir kısmını bu zamanlar için ücretsiz olarak erişime açtığını hatırlatmak da isterim, izlenecek çok film var.

  • The Square - Ruben Östlund
  • La Stanza del Figlio - Nanni Moretti
  • Bir Zamanlar Anadolu’da - Nuri Bilge Ceylan
  • Deux jours, une nuit - Dardenne biraderler
  • Submarino - Thomas Vinterberg
  • Reprise - Joachim Trier
  • Juste la fin du monde - Xavier Dolan
  • Hrutar - Grímur Hákonarson
  • Noi Albinoi - Dagur Kari
  • Nunta Muta - Horatiu Malaele